BÖLÜM 3 - NEREDE OLDUĞU BİLİNMEYEN BİR ODA
Bir gün küçük bir kız çocuğu rüzgarın savurduğu saçlarının havada ahenkli dansını izlerken birazdan kopacak olan fırtınadan bihaber yabani otların arasında geziniyordu. Gökyüzünü çoktan gri bulutlar kaplamıştı ve karşısındaki deniz hiddetle kabarmak için can atıyordu.
"Bana bir gün verin sadece, tüm dünyayı ben yöneteyim." Çocuksu sesini henüz daha yanındakine duyuramaz bir haldeyken tüm dünyaya seslenme isteği oldukça cüretkardı ama ne de olsa çocuk olmak bunu gerektirirdi.
"Yönetmesem de olur. Herkes bir kerecik kulağını bana versin." İşaret parmağını havaya kaldırdığı anda gök gürültüsü kulaklarını doldurdu. O ana kadar iliklerine değin hissettiği özgüveni paçalarından akarken az önce söylediği sözleri çoktan unutarak çamura bata çıka koşmaya başladı, bu sırada gök bir öncekinden daha hiddetle herkese sesini duyurdu.
Çiseleyen yağmur sağanağa çevirirken küçük kız büyükannesinin tahta kapısına demir tokmağıyla var gücüyle vuruyordu, hemen ardından kapı açıldı ve büyükanne küçük kızı omuzlarından tutarak içeriye aldı. Bu ıslanmış ve çamura bulanmış haliyle tarla faresine benziyordu.
"Bu halin ne Lenora?" diye sordu yaşlı kadın son derece sinirli bir şekilde. Bir küçük kıza bakıyor, bir de daha dün bin zorlukla derede kolalayarak yıkadığı beyaz elbiseye.
Lenora, yeni çıkmış ön dişleri yüzünden kelimeleri kaçırarak konuşuyordu. "Büyükanne," dedi ama cümlesini tamamlayamamış, neredeyse sürüklenerek sobanın önündeki sıcak suyun içine oturtulmuştu.
Biraz sonra tertemiz hale gelen küçük kız divanın sertliğine rağmen oturduğu yerde zıplıyor, bir kaç dakika önce uydurduğu tekerlemeyi mırıldanıyordu.
Elinde tarakla kapıda görünen büyükanne dudaklarına yaydığı belirsiz gülümsemeyle torununu izliyor, küçük torununun her bir hareketinde gözünün önünde annesi beliriyordu. Bu küçük kız annesinin bir kopyasıydı.
Küçük kız odayı aniden dolduran gök gürültüsüyle birlikte tutturduğu melodisini keserken korkarak etrafına bakıyor, az önce zıpladığı divana sinerken hızlı hızlı nefes alıyordu. Gözleri büyükannesini bulunca rahatladığını belli edercesine omuzlarını düşürüp alt dişleriyle üst dudağını ısırmaya başlıyor, ama hala aynı korkuyla işaret parmağını pencereye uzatarak o soruyu soruyordu.
"Büyükanne, sesimi herkese duyurabilmek için gök gürültüsü mü olmam gerekiyor?"
☆
"Ne zaman uyanacak Barb?" diye sordu genç adam bakışlarını yaralı tende gezdirirken. Kafasını hızla iki yanına sallayıp derin bir nefes aldı. Böyle bir ihmali nasıl yapmıştı hala akıl erdiremiyordu.
Barb, arkasına dönüp kemik gözlüklerinin üzerinden karşısındaki oğlana baktı. Ryker, bu bakışların anlamını bildiğinden hemen kafasını başka tarafa çevirirken parmaklarını ritmik bir şekilde birbirine vuruyordu. Barb tekrardan önüne dönüp büyük bir dikkatle işini yapmaya devam etti. Havanda dövdüğü kızıl yoncanın üzerine biraz çiriş tohumu ekleyip Ihlamur yaprağıyla karıştırmaya başladı. Karışımın kıvam alması için bir kaç damla sarımsak sütüne ihtiyacı vardı. Şifalı Şeyler dolabında istediği şeyi bulduğunda gecikmeli olarak genç oğlanı cevapladı. "Yakında."
Cevabı duyan genç adam kızın üzerine eğildi. Bazı yaraları iyileşmeye yüz tutmuş, bazıları yapılan onca tedaviye rağmen ilk günkü gibi kalmıştı. Onu ilk gördüğü hali gözlerinin önüne geldikçe kendisine kızmadan edemiyordu. Biraz daha geç kalsa kül olacaktı. Gerçi sorun olan bir şey değildi bu, kavanoza doldurur getirirdi. Burada küllerinden yeniden doğardı ama bu çok uzun ve meşakkatli olurdu, eğer bir kül parçasını dahi almayı unutursa eksik uzuvlar yüzünden oldukça zor duruma düşerlerdi. Ayrıca, kolunun olması gereken yerde bir tahta parçası olmasını kimse istemezdi. Gergince ofladı, Dor'dan duyacakları da cabasıydı.
"Ben yukarı çıkıyorum o zaman Barb. Bir şey olursa Bailey ile haber gönderirsin." Havanı bir köşeye bırakıp ellerini beline dayayan Barb oldukça belirgin bir sinirle, neredeyse bağırarak "Senin hatanı düzeltmeye çalışıyorum burada. Kız az kalsın külleşecekti. Bana yardım etmen gerekirken yukarı çıkıp dinlenmeyi tercih ediyorsun. Pes!"
Bu azardan hiç hoşlanmayan Ryker, haklı olduğunu bildiğinden hiçbir şey söylemedi. Tekrardan olduğu yere otururken ellerini pantolonunun pürüzlü yüzeyinde gezdiriyordu.
"Haklısın. Yapılacak bir şey var mı?" diye sordu bakışlarını kaldırmadan. Hemen sonra Barb cevapladı. "Evet, var."
Ryker, oturduğu yerden kalkıp tezgahta yerini alırken Barb konuşmasına devam etti. Bir yandan tahta bir tokmakla havana vuruyor, diğer yandan odanın içindeki tahta bir kapıyı gösteriyordu.
"Aşağıya in ve biraz ısırgan otu topla. Terekte gül tozu kavanozunu bulursan getir. Karışımın bitmesine az kaldı. Birlikte kızın yaralarına süreceğiz." Ryker hiçbir şey söylemeden denileni yapmak için kapıya doğru ilerledi, kapı bütün ağırlığıyla açılırken eğilerek içeri girdi.
Tahta merdivenlerin her bir basamağında ayrı bir gıcırtı çıkararak platoya inen genç oğlan ısırgan otunu bulmak için iç içe girmiş yaprakların arasına daldı.
Renk renk çiçeklerin, şifalı bitkilerin, kabukları yenilen ağaçların ve her tatta yemişin olduğu Barb'ın bu platosu her zaman Anddoralı'ların ilgisini çeken bir yerdi. Barb'ın izni dahilinde dileyen herkes bu platoya inebilir, ihtiyacını görebilirdi. Tam bir şifa kaynağı olan bu yer Barb için çok değerliydi. Bitkileri çok seviyor, onların gücüne inanıyordu. Her zaman başvuracağı ilk şey bitkileriydi. Doğa ana her şeyin merhemini içine hapsetmişti.
Ryker, ısırgan otlarını bulmak için büyük bir çaba içerisine girmemişti. Yabani turpların arasına karışmış olan ısırgan otları tüm yabancılığıyla dikkati üzerine topluyordu. Eğilip bir kaç tanesini kökünden koparmaya çalıştığında bir kez daha acemiliğini konuşturmuştu. Eldiven giymediği için Isırgan otunun dikenleri parmaklarını sararken genç adam yüzünü acıyla buruşturup kaşımaya başladı. Avuç içlerinde karınca ordusu yürüyormuş gibi hissetmesine sebep olan bu otu hızlı hızlı koparıp tekrardan merdivenlere yöneldi.
Tahta merdivenin hemen köşesinde yine tahtadan yapılmış tereğe boy boy kavanozlar üzerine yapıştırılmış etiketlere göre sıralanmıştı. Gözlerini kısıp alfabetik sıraya göre işine yarayan kavanozu aramaya başladı.
"Ebegümeci Tohumu, Ejder Tırnağı, Kiraz Sapı, Kuşburnu.." Mırıltısı gittikçe büyürken "Heh," diye bir ses çıkardı. "İşte buradasın," deyip uçuk pembe bir renkle toz kıvamı bir şeyle dolu olan kavanozu eline aldı.
Malzemeleri Barb'a teslim ettikten sonra şöminenin yanına gitti, ateş etkisini yitirmiş, pencere aralarından sızan rüzgar odayı doldurmuştu.
Anddora'ya kış yüzünü yavaş yavaş gösteriyordu, sert rüzgarlar güçlerine güç ekleyip pencereleri zorluyor, taş evin örmelerinin arasından arsız bir düşman gibi içeri sızıyordu. Anddoralı'lar sıcağı sevmezdi, sıcak demek karların erimesi demekti, karların erimesiyse kuraklığın habercisiydi.
Andorra'nın her bir ferdi potansiyel bir çiftçiydi, kendilerine ait olan sınırlı toprak parçasında oldukça değerli ve nadide parçaları yetiştirirlerdi. Bu toprak parçasına sahip olamayanlar ise kış tarımı yapar, kar henüz erimeye yüz tutmuşken neredeyse bataklık haline gelen çamur parçalarının üzerine tohumlar ekilir, yağan ilk karın ardından tohumlar üzerlerine baskılanmış karı yararak filizlerini verirdi ve Anddora halkının yüzde sekseni bu yöntemi kullanıyordu.
Hayvancılıkla uğraşanlar da oldukça fazlaydı, genelde genç kesim bu faaliyeti sürdürme merakındaydı çünkü sarp kayalıklar ve keskin zirvelerde adım adım dolaşmak her zaman cazip gelen olmuştu.
Anddora yüksek dağlarıyla meşhurdu ve bölgenin sırt kısmı bu yüksek dağlarla çevriliydi. Bu dağlara keçiler yabani sarımsaklarla beslenmesi için çıkarılırdı, bu yabani sarımsağı yiyen keçi iki katı vücut kütlesine ulaşırdı. Sadece dağ yamaçlarında yetişen bu sarımsak, oldukça değerli ve para eden bir besin olduğundan oldukça revaç görüyordu.
Anddora'nın ön kısmı ise Savderra Okyanusu ile kaplıydı. Bu okyanustan geçimini sağlayanlar azınlık kısmındaydı. Fizalya Denizanası ve Ton balıklarını tutmak için her gün gün doğumuyla birlikte çarşaf gibi olan denize ağ atılırdı. Oldukça besleyici olan bu balıklar her akşamın olmazsa olmaz olan yemeklerin baş kahramanıydı. Kakuleyle yapılan denizanası çorbası her evde pişer, tam bir şifa kaynağı olarak anılırdı.
Ryker, bir kaç odun parçasını da ateşe attıktan sonra somyasına geri döndü. Pür dikkat Barb'ı izliyor, bir yandan da kızı gözlüyordu. Eğer kız iki hafta içinde iyileşmezse işler hiç de tahmin ettikleri gibi ilerlemezdi. Bu plan için yaklaşık bir aydır çalışıyorlardı. Evalar yalnızca içten fethedilince biterlerdi. Audric her şeyi ayarlamıştı. Ryker'a düşen tek görev kızı Anddora'ya getirmekti. Çünkü Dünya'yla zor da olsa bağlantı kurup gidebilen tek kişi o'ydu.
"Barb, hala bitmedi mi?" diye sordu önüne düşen saç tutamlarına üfleyerek. "Bitmek üzere. Son bir şey isteyeceğim senden." Ryker, ayağa kalkıp kadının yanına yaklaştı.
"Bahçe kapısının önündeki dibekten bir kök lahana al gel." Ryker, söyleneni yapmak için direkt dışarı çıktı.
Akşam olmuştu, gökyüzünü kaplayan bulutlar ayı ve yıldızları ardına almış simalarını yer yüzünden esirgiyordu. Anddoralılar'ın küçük evlerinin her birisinin bacaları usul usul tütüyor, perdelerinden sızan sarı ışıkları dışarı taşıyordu. Sokaklar oldukça sakindi, rüzgar ormanın ıssız yerlerinde dolaşarak en nadide şarkısını söylüyordu. Ryker bahçe çitinin önündeki dibeğe eğilip, karlar altında kalmış lahanalardan bir tanesini koparıp kucağına sardıktan sonra içeri girdi.
"Şimdi o lahanaların yapraklarını tek tek ayır ve suyun içine koy. Bak şuraya koydum suyu," deyip parmağıyla şöminenin yanındaki tahta kaseyi gösterdi. "Ardından suya bir kaç damla menekşe yağı damlat. Yaptığım karışımı kızın yaralarına sürdükten sonra üstlerine bu lahana yapraklarını kapatacağız. Kızı soymam lazım."
Ryker, hemen lahana yapraklarını birbirinden ayırdı ve suyun içine koydu. Tahta kaşıkla suyu bir tur çevirip yaprakların suya batması için üzerlerine bastırdı. Bunu yaparken arkasına bakmamaya çalışıyordu. Barb kızı soymaya başlamıştı. Kıyafetlerin çıplak tende kayışı ve Barb'ın çıkardığı bir kaç mırıltı odayı dolduruyordu. "Yanıkların en büyüğü göğsünün altında. Buraya biraz da kadife otu koymak lazım. Hazır mı lahanalar?" Ryker karıştırmayı bırakıp kafasını salladı.
Barb kızın yattığı somyayı biraz daha şömineye yaklaştırdı. Tezgahtaki karışımla lahanaları getirmesini söyleyip bir tabure çekerek oturdu. Ryker denileni yaptı ve o da kızın başındaki yerini aldı. "Ben büyük yanıkla ilgileneceğim. Sen de diğerleriyle ilgilen, tamam mı?"
Ryker elinde kaseyle somyanın başında dikiliyordu. Dudakları düz bir çizgi halindeydi ve kaşlarını da çatmıştı, kafasını yavaşça iki yanına salladı. "Ne dikiliyorsun öyle Ryker?"
Elini karışımın olduğu kaba daldırdı ve öylece kaldı, göğsünün üstündeki sulanmış yaraya bakıyordu. Bembeyaz teninin üzerinde vahşice duran bu yara Ryker'ın canını acıtmak ister gibi tüm acımasızlığıyla kendini sergiliyordu.
"Hadi!" Barb'ın tahammülsüz sesiyle birlikte harekete geçti.
Genç kızın dolgun göğüsleri yattığı için yukarı doğru yayılmıştı. Teninin yarasız kısımları yumuşacık görünüyordu ama böyle yerler yok denecek kadar azdı. İyileşen yaraların geride bıraktığı kırmızı renkli kırışık et parçaları tekrar tedavi istediklerini söylüyordu.
Parmaklarını yaranın üstüne getirdi ve dairesel hareketlerle merhemi sürmeye başladı. Parmak uçlarında hissettiği karıncalanmanın merhemin etkisinden olduğunu düşündü ama hiç de öyle değildi. Vücudu garip bir heyecan dalgasıyla sarsılırken, Ryker bunu hiç fark etmedi. Ya da fark etmek istemedi.
Barb, pür dikkat yarayla ilgileniyor, çıkan kanın kötü kokusunu bastırmak için aster kokluyordu. Yaraları bir kaç güne iyileşecek gibi görünüyordu. Doğru bir beslenme ve kullanması gereken şifalı kremlerin sonrasında eskisinden bile güzel, deriye sahip olurdu.
Barb'ı en çok korkutan şey genç kızın tepkisiydi. Psikolojisinin bozulmasından ve prangaya vurulmasından korkuyordu. Bu cici kızı sevmişti. Anddora'nın ve kendi geleceği için şu an bu kız buradaydı. Hiç bilmediği topraklarda, hiç bilmediği bir yerde yaralı bir kuştu şu an. Buraya alışması için elinden gelen her şeyi yapacaktı Barb. Aklında bir çok soru vardı, hepsi de cevabını bulmak için çırpınıyordu.
Bir kaç saatin sonunda işleri biterken Ryker son yaranın da üstüne lahana yaprağını kapattı ve derin bir nefes çekti. Barb da olduğu yerde doğrulup iki elini de beline koyduktan sonra kızın üstünü örtmek için post getirmeye üst kata çıktı. Ryker somyaya çöküp bakışlarını genç kıza dikti. Oldukça masum bir yüzü varmış gibi dursa da çatık kaşları bunun aksini iddia eder biçimdeydi. Yanmış kirpikleri ve kavisli burnunun üzerindeki yanık deri kızın yüzünün güzelliğini bozması gerekirken hiç de öyle yapmamıştı.
Gece yarısı olmuştu ve çok uykusu gelmişti, ağzını kocaman açıp kollarını iki yanına gererken esnedi. Bu sırada kilerden postla geri dönen Barb, kızın üstünü örttükten sonra bakışlarını yüzünde şöyle bir gezdirdi. Belli belirsiz içten bir gülümseme dudaklarında varla yok arası yerini almıştı ki hemen kafasını sallayıp Ryker'a döndü.
"Ben biraz uyuyacağım. Bir kaç saat kızın yanında sen kalacaksın. Sabaha doğru beni uyandır. O zaman yer değiştiririz." Ryker'ın söyleyeceklerini beklemeden odadan ayrıldı.
Ryker iki elinin avuçlarını bacaklarına vurup ayağa kalktı, zorla hareket ettirdiği her bir uzvu son bir güçle taşıyordu. Bir şeyler içmeye karar verip genç kızın yattığı somyanın yanından dolaşarak tezgaha ilerledi.
Sıcak suyun içine kattığı kahve tozunu tahta kaşık yardımıyla karıştırdı, duman bardağın üzerinde son dansını sergilerken Ryker üfleyerek buna son verdi ve kapının önüne çıktı.
Rüzgarın kuvveti biraz daha azalmıştı ama hala etkiliydi. Dalları şiddetle sallıyordu, bulutlar ayın önünden çekilmiş, ışığının Anddora'ya düşmesine izin vermişti. Cam gibi berrak bir hal alan gökyüzü yarın için havanın açık olacağını haber veriyordu, uzaklardan bir kurt uluması sesi duyulduğunda Ryker kahvesinden bir yudum aldı.
Kızı düşünmeye başladı. Uyandığında vereceği ilk tepkiyi.. Her şeye düşünüp çare bulmuşlardı da sıra buna geldiğinde tüm çareler yetersiz kalmıştı. Kestiremiyorlardı çünkü. Dünyadayken nasıl bir kişiliği olduğunu bilmiyorlardı. Çok mu sinirli? Çok mu kaprisli? Belki de çok sakin? Hiçbirisini bilmiyordu. Uyandığında gözlerinde göreceği duygunun sadece birisinden emin olabiliyordu. Korku. Hiç bilmediğin bir evde açmak gözlerini.. Bilmediğin topraklar, bilmediğin bir coğrafya, tanımadığın yüzler. Zor olacaktı. Bilmediği bir konu daha vardı.
"Neden sen? Audric neden seni istedi?"
Kahvesinden son yudumunu da aldıktan sonra bardağın kulpunu işaret parmağına geçirip içeriye girdi. Dışarıyla tüm alakasını kesen tahta kapıyı da kapattıktan sonra gücünü kaybeden ateşe bir kaç tane daha odun atmak için içeriden odun getirdi. Ateşin üzerindeki çaydanlığı alıp dikkatle masanın üzerine koyduktan sonra sıcak suyun içerisine bir kaç damla lavanta yağı damlatıp genç kızın başı yanına koydu. Odayı dolduran ay ışığı ortamın loşluğunu kırmaya başlamıştı. İyice bastıran uykusunu açmak için ortalığı toplamaya başladı, portmantoyu düzeltti, tezgahın üzerindeki kavanozları yerlerine yerleştirdi.
Bir ara bakışları aynadaki yüze takılı kalınca olduğu yerde durdu. Gür kaşları, hafif çekik gözleri ve uzun saçlarıyla tamamlanıyordu. Yıllardır geçmeyen gözünün altındaki çiziğe götürdü parmak uçlarını. Hangi merhemi sürerse sürsün, hangi otu yerse yesin bu çiziği iyileştirememişti. Babasından ona yadigar kalan tek şeyi ömrü boyunca yüzünde taşıyacaktı.
Hafif bir hareketlilik hissetmiş olacak ki hızla arkasını döndü. Kızın uyandığını sandı ve biraz tedirgin oldu. Bu karşılaşmada tek başına olmak istemiyordu. Ama hayır, uyanmamıştı. Olduğu yerde sakince uyuyordu. Göğsü hafif hafif inip kalkıyor, kolları put gibi bıraktıkları şekilde duruyordu. Kendisi de somyasına oturdu ve vücudunu dinlendirmeye başladı, uzandı olduğu yere. Gözlerini kızdan ayırmıyor, en ufak bir hareketlenmede ayağa kalkmak için tetikte bekliyordu.
Dakikalar geçti, hatta saatler. Ryker'ın yorulan bedeni uykuya teslim olmak için elinden geleni yapıyordu ama o, zihnini açık tutmak için büyük bir çaba sarf ediyordu. En sonunda dayanamayacak hale geldiğinde gözleri ondan izinsiz kapandı. Uykunun açtığı kucağa iyice yerleşip sakince uykuya daldığında bütün kasları da gevşemeye başladı, göğsünde birleştirdiği kollarından teki boşluğa düştü.
Sabah olmak üzereydi. Gökyüzü mor renkli kadife bir örtüyle kaplanmıştı. Yıldızlar hızla yerini değiştiriyor, sabahın hareketli saatlerinin geldiğini söylüyordu. Kuşlar uykunun ilk mahmurluğunu üzerlerinden attıktan sonra tazecik sesleriyle şakımaya, pencerelerdeki perdeler açılmaya, çarşaf gibi denize günün ilk ağları atılmaya başlandı.
Genç kızda bir hareketlenme oldu, üzerindeki post hafifçe kımıldadı. Kimse bu hareketliğin farkına varmazken genç oğlan uykusunun en tatlı yerinde tiz bir ağlama sesiyle gözlerini açtı
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BATAKLIK ÇİÇEĞİ
Fantasi-TAMAMLANDI- Bizim için yazılmış kaç son var bu hayatta? Yaşamanın; nefes almak, köprü altlarındaki tekinsiz tiplere paçayı kaptırmamak, gazete köşelerinde ek iş aramak ve çikolata paketlemek sandığım bir döneminde en yakın arkadaşımın kaybıyla hay...