XXIII - ÖLEN BEDENLERİN SESSİZLİĞİ

801 68 8
                                    

Kaç saattir buradaydım bilmiyordum. Taşlıkların üzerine oturmuş bacaklarımı kendime çekmiştim. Dalgın bir şekilde denize bakıyordum. Hava kararmaya yüz tutmuştu. Birçok aramadan sonra telefonum kapanmış saatin kaç olduğunu bilmeden burada öylece oturmuştum. Beni merak etmiş olmalıydılar. Bu hâlimle karşılarına çıkamazdım.

Hava sıcak olmasına rağmen üşüyordum. Dalgadan ötürü üzerim biraz ıslanmıştı ama bu mühim değildi. Hiçbir şey hissedemiyordum. Uyuşmuş gibiydim ve ben ne yapacağımı bile bilmiyordum.

Gözlerim kapandı. Babamın bunları nasıl yaptığını anlayamıyordum. Nasıl olurda bir insanın canına kıymayı bu kadar kolay başarıyordu. Ya gerçek annem? Sırf Hamza'nın babasına yardım etti diye ölümü hak ediyor muydu?

Yutkunmam boğazımda takılı kaldı. Kendimi hiç olmadığım kadar dipte hissediyordum. Ben şimdi nasıl düzelirdim? Her an yeni bir şey öğrenmenin acısını sırtımdan nasıl atardım. Yüzümü dizlerime gömdüm. İçimdeki feryadı bastıramadı dalga sesleri. Susmadı zihnim, beni ablukaya alırken yerle bir etmeyi es geçmedi.

"Başımı gökyüzüne çevirdim. Ezan sesini duyunca Allah'ın yanımda olduğunu hatırladım tekrar. Sessizce dua ettim. Başka çıkar yolum yoktu ki. Ne yöne gitsem bir yerlerden düşerdim hep. Bana vaat ettikleri ne varsa hepsini bugün toplayıp sırtıma yüklemişlerdi sanki.

Gidip namaz kıldım. Uzun uzun dua ettim, imamın Kur'an okuyuşunu dinledim, gidenleri seyrettim. Bir köşede iki büklüm bir şekilde oturuyordum. Gidecek yerimin olmasına rağmen gidemeyecek kadar güçsüzdüm. Başımı yasladım duvara. Gelen geçen teyzelere yalanlar söyledim. İyi değildim oysaki. Kolumu kanadımı kırmışlardı. Ne çok isterdim haykırarak ağlamayı. Sanki bedel ödeyen sadece ben değildim, gözlerimde kuruyan yaşlarda benimle bedel ödüyordu.

Nefesim daraldıkça iyi hissetmediği anlıyordum. Baş ağrım daha fazla şiddetlendi. Bunun üstüne bir de bulanan midem ve dönen başım beklemediğim hamlelerimdi. Çantamdan telefonumu çıkardım. Saate bakmak için kapanan telefonumu açtım. Bulanık gören gözlerime rağmen ekrana adapte olabilmiştim. Telefonum açılır açılmaz çalmaya başladı. Hamza ismini görmemle duraksadım. Burnum sızladı. Kapandı, tekrar çaldı; tekrar tekrar... En sonunda açtım telefonu ve ardından gelen endişeli sesi işittim.

"Aymira, neredesin?" Konuşamadım. O ise sormakta ısrarcıydı. "Aymira, cevap ver." Sesi sert çıktı. Olduğum yere biraz daha sindim.

"Neden?" Birkaç saniye sustu. "Hamza ben çok kötüyüm."

"Hadi güzelim, söyle yerini."

"Neden getirdin beni buraya, bırakamadın mı kendi hâlime? Ölüyorum ben." Onu da kendi karanlığıma çekiyordum. Tştreyen nefesini duydum. Araftaydım, ucuna bastığım her bir nokta beni darmadağın edecek gibiydi.

"Camideyim," dedim onun sormasına fırsat vermeden. Daha sonra elim kucağıma düştü. Güçsüzlüğümle hırpalandım. İndim secdeye ve sessizce bekledim. Dil olarak dua etmedim ama yüreğimdekileri şikâyet ettim Allah'a. O, beni her hâlimle duyuyordu. Ve yeniden sindim köşeye. Gözlerim kapandı. Üzerimde büyük bir hâlsizlik vardı. Ruhum emilmişti.

Ne kadar süre geçti bilmiyorum ama camiye giren kişi ile araladım gözlerimi. Hamza koşarak karşıma geçti. Bakışları üzerimdeydi, elleri ise yüzümde.

"Aymira, meraktan öldüm."

"İyiyim," diyebildim sadece. Ne o ne de ben inandım buna. "Yanıyorsun, ateşin var." O ne kadar endişeli olsa da ben o kadar sakindim. Yüzümü ellerinden çektim.

"Sen biliyor muydun?" Neyi der gibi baktı. "Annemi, gerçek annemi, neden öldüğünü?" Bakışlarını kaçırdı. Acıyla kıvırdım dudaklarımı. "Neden anlatmadın?"

GECENİN NEZDİNDEKİ AY Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin