VI - BAŞ BELASI

1K 75 9
                                    

Hayat çizgimde hep bir sınırla sonlanıyordum. O sınırdan öteye geçiş yapamıyordum. Geçemediğim müddetçe de mutsuzluk yüzüme çarpıyordu. Benim kendimle başa çıkamadığım bir benliğim vardı fakat benliğime henüz kavuşmuş değildim. Ne olduğu hakkında da hiçbir fikrim yoktu. Düşünce kapasitem buna yetmiyordu belki. Kalbimin oyuncağıydım yeri geldiğinde, her dokunduğumda paramparça oluyordu. Bazen paramparça olduğunda çocuklar gibi haykırarak ağlamak istiyordum.

Düşünmeyi, düşüncelerimin içine serzenişi yerleştirmeyi bir köşeye attım. Düşündükçe düştüğüm yerin bir çukur olduğunu fark ettim. Zaten ben çoktan düşmemiş miydim çıkılmaz bir çukurun içine? Şimdi o çukurdan birinin beni çıkarmasını bekleyecek kadar zavallıydım, o beklediğim kişi ise Hamza'ydı biliyordum. Beni umursamayan, bana bakmayan gece gözlü adam...

Hamza; tuhaf ama bir o kadarda güzel... Onun olduğu yer, onun olduğu an sanki bir zamanı güzelleştiriyor, ona doğru adım atmama neden oluyordu. Ona kapılmak, onu kendimden uzaklaştıramamak benim elimde değildi. Öyle bir girmişti ki hayatıma, hayatımın alt üst olmasına bile bir sitem bulamıyordum. Onun olduğu hayatı seviyordum. Ben onu seviyordum, sevmek fiiline ondan başkasını yerleştiremiyordum. Oysa beni sevmeyen kendisiyken benim ona kapılmam ne ifade edebilir ki? Koskoca bir hiç...

Başımı ovalayıp oturduğum sandalyeye yaslandım. Bir yandan onu düşünmek bir yandan önümdeki dosyalarla boğuşmak beni yormuştu. Telefonu elime alarak Ruman'a kahve getirmesini söylediğimde çok geçmeden kahvemi getirdi. Bu hızı beni şaşırttı. Değişik biriydi Ruman. Anlam veremediğim kadar çalışkan, alışık olmadığım kadar sıcakkanlı ve iyiydi. Tek anlamadığım başörtüsüne rağmen burada oluşuydu. Babam bu durumdan hoşnut değildi ve sanki Ruman'ın burada oluşu onu mecbur bırakmış gibiydi. Ne kadar irdelemeye çalışsam da pek faydalı olduğu söylenemezdi.

Kahveyi bırakıp gittiğinde kupamı alıp cam kenarına geçtim. Şirket beni boğuyordu. Burada olmayı, burada çalışmayı istemiyordum. Babama her ne kadar laf anlatmak istesem beni tersliyordu.

Telefonumun çalması ile boş bardağı masaya koyup masanın üzerinde duran telefonumu aldım. Arayan Gizem'di. Çok geçmeden açtım ama benim konuşmamı beklemeden, "Restorandayım, seni bekliyorum," demesi ile saate baktım. Öğlen olmuştu bile. Buna sevinerek, "Geliyorum," dedim. Çantamı ve telefonumu alıp odadan çıktım. Babamı ve Burhan amcayı gördüm. Onlarda sanırım yemeğe gidiyordu. Beni görmedikleri iyi olmuştu.

Şirketin restoranına geldiğimde Gizem kendini belli etmek istercesine elini kaldırıp salladı. Yanına gittim ve tam karşısına oturdum.

"Hoş geldin, hayırdır hangi rüzgâr attı seni buraya." Elindeki çiçek buketini bana uzatıp, "Aşk olsun, hayırlı olsuna geldim," demesi güldürdü.

"Teşekkür ederim arkadaşım." Buketi yan sandalyeye bıraktım. Gizem ne sevdiğimi iyi bildiğinden siparişi önden vermişti.

"Nasıl geçti ilk günün?" Bunu imalı imalı sormuştu, ben ise buna sahte kızgınlıkla kaşlarımı çatarak baktım. O, benim ters bakışlarıma alışkındı ama şu birkaç gün ben imalı sorulara gelemiyordum. Resmen depresifliğe vurmuştum. O kadar sorunun içinde sorduğu soruya kıkırdadı. Beni şu an sinir etmeyi çok iyi başarıyordu.

"Biz, senin gibi babamızın parasını prenses prenses yemiyoruz canım." Gülüşü devam etse de benim ters bakışım hâlâ üzerindeydi.

"Bir şey itiraf etsem kızar mısın?" Merakla yüzüne bakmam ve gülüşünün ardından gelecek itiraf gerçekten pek hoşuma gitmeyecekti. "Haldun amca yaşlandıkça huysuz ihtiyar amcalara dönüyor." Düşündüğümün aksine bunu itiraf etmesi beni dahi güldürdü. Sanırım öyleydi.

GECENİN NEZDİNDEKİ AY Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin