Gözkapaklarım, her bir kirpiğime asılı onlarca ton ağırlık varmış gibi aralanmamakta direnirlerken inledim. Veya inlediğimi sadece zannettim, bilmiyordum.
Ciğerlerime doluşan keskin bir koku, derinleştirmeye çalıştığım nefeslerimi genzime tıkadı ve çabalamaktan vazgeçerek kaslarımı serbest bıraktım.
Uyanamıyordum.
Uyanmak için biraz zamana ihtiyacın var.
Uyanamıyordum.
Zihnini biraz dinlendirmeye ihtiyacın var.
Ah, hayır. İlk aklıma gelen soru olan neden uyanamadığım sorusu yerini hızla hangi yüzyılda, hangi çağda olduğuma ve Calum'un nerede olduğuna bırakırken gözlerim aralandı.
Bunu yapman gerektiğini biliyorsun, öyleyse yapabilirsin de.
"Hikayen ne, sabah parıltısı?" diye devam ettirdim, her bir hücremi işgal eden soruları cevaplamak ister gibi kafamın duvarlarına çarparak düşen ve ayaklarıma dökülen Oasis şarkısını. Sesimin çıkmadığını, dudaklarımın aralanmadığını ve gözlerimin bir buğulu beyazdan ötesini göremediğimi bilsem de ses tellerimin titreştiğini ve ağzımda boğuk bir tınının varlığını biliyordum, hissediyordum.
Kirpiklerimi, üstlerindeki ağırlıkları böyle yaparak silkeleyip uzaklaştırabilirmişim gibi kırpıştırırken görüş açım netleşti ve uzandığım yerde, bir tavana, beyaz bir tavana bakmakta olduğumu farkettim. Uzun, sol köşesinde yanıp sönen bir parça barındıran, çatlak bir florasanın bulunduğu beyaz bir tavan.
Bakışlarımı başımı hareket ettiremediğim için olabilecek en geniş açıyla çevirince, bir hastane odasında olduğumu anladım.
Ah, hayır, hayır.
Calum neredeydi? Neredeydim?
Bu kez, duyduğuma emin olabileceğim şekilde inlediğimde bir insanın adım sesleri olduğunu tahmin ettiğim birkaç yankı da seçebildim hemen ardından ve boynumdaki derin kasılmaları görmezden gelerek birinin yanıma gelmesini beklemeye başladım.
Gözlerimi olabilecek en zor şekilde, en sola çevirdiğimde görebildiğim kapıdan beyaz önlüklü biri girdiğinde derin bir nefes aldım.
Kurumuş dudaklarımı aralayıp oksijen maskesi olduğunu tahmin ettiğim buharlı alanın içinde mırıldanmaya çalıştığımda bir el uzanıp maskeyi yüzümden çekti ve kesik bir nefes almamı sağladı. Yeniden buğulanan bakışlarımı kaldırıp Michael'ın yüzüyle karşılaştığımda aldığım nefesin yeniden yetersiz geldiğini hissettim.
Çenemdeki ellerinden birini hemşire önlüğünün cebine, diğerini başucumdaki komodinde duran su bardağına uzattığında kaşlarım çatıldı.
Ne?
"Su ister misin?"dedi, onu en son gördüğüm haliyle aynı tonda bir moru barındıran saçlarını alnından ittirirken. Başımı usulca sallarken, gözüm hemşire üniformasının yakasındaki Hemşire Clifford yazısındaydı.
Ah Tanrım, hayır.
Başımı dikkatle kaldırıp su dolu bardağı dudaklarıma götürürken yeniden inledim ve endişeli yeşillerinin yüzümde gezinmesine sebep oldum. Oysa neden inlediğimi bile bilmiyordum, vücudumun neresinde bir sızı olduğunu, nerede olduğumu, ne zamandır burada olduğumu ve Calum'un nerede olduğunu..
"Bana.."diye fısıldadım, dudaklarım çatlayıp kanayacaklarmış kadar acırken onları bardaktan ayırıp, "Bana ne oldu?"
Sormaktan, daha doğrusu sorduğumda alacağım cevapları duymaktan ölesiye korktuğum sorularımdan ilkini yönelttiğimde henüz iki yudum bile almamış olduğum suyu koyduğu bardağı yeniden komodine koydu ve başımı sakince yastığa bıraktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
morning glory/ cth
Fanfiction"uyanmak için zamana ihtiyacın var. bunu yapabileceğini biliyorsun, öyleyse yapabilirsin de. hikayen ne, sabah parıltısı?"