nefesi, soğuktan korunmak için tenine sardığı siyah atkıya çarpıyordu.
el örgüsü atkı, yanağının üzerine kuru bir kaşıntı bırakırken geldiği yerin gübre kokusunu kumaşın üzerinde duyumsuyor ve göz bebeklerinin önüne gelen birkaç tanıdık simayla öylece dalgın, yer betonunu izliyordu. kabanının yırtık bilekleri avuç içlerini ısıtmaya yetmiyor fakat küçük bir gururla ellerini ovuşturmaktan sakınıyordu.
gürültü kulaklarında boğuk bir yankıya sebep olmuştu. söylenen kelimeleri ayırt edemiyor, yer döşemesinin üzerinde öylece karşıyı izliyordu. gülüşmeler, bağırışlar; kahkahalar ve sızlanışlar: tuhaf bir şekilde bunların arasında elijah'ı rahatsız eden ton, neşeydi.
evine gitmek istiyordu.
hayatı boyunca hiç koyu bir vatansever olmamıştı ve bu, artık kendisini bununla barıştırdığı kötü algı ondan bir parçaydı. bunun sebebi hayatını seviyor olması değildi zira yaşanması gereken fazla şey yoktu, elijah sadece yaşamak için yaşıyor ve gerisini düşünmüyordu. elbette görmek ve bilmek istediği yerler vardı; duymak istediği diller, tatmak istediği yemekler ve dokunmak istediği kumaşlar fakat bunların hiçbiri ona kendi kokusu kadar yakın olan ölümü unutturamıyordu.
avuç içlerini kirli yatağa bastırdı. evinin kokusu ve koğuş arasında büyük bir fark vardı. evi, annesinin tüm titizliğine rağmen yetiştirdikleri hayvanlardan arta kalan pis fakat az yoğunlukta bir hava kütlesiyle doluyken burası, fazla erkeğin bir araya gelmesinden kaynaklı maskülen bir koku ile çevriliydi. etrafı, dışarıdan gelen birisinin burada kaç kişinin kaldığını belli bir aralıkta tahmin edebileceği kadar çok insanla çevriliydi.
aynı iki kelimenin birbiri ardına defalarca söylenmesi üzerine kendisine garip gelen bir aşinalıkla başını kaldırdı. "ernst schäfer!" en az kendisi kadar zayıf askerin göz bebeklerini üzerinde hissedince ayağa kalktı. onunla beraber bölükteki büyük bir kısım kapıya bakıyordu. "schäfer," bu eri daha önce görmüştü, onunla konuştuğunu hatırlıyordu. askerin içeri, elinde kahverengi bir keseyle girdiğini gördüğünde tepkisizce onu izliyordu. "...bunlar sana getirildi."
ince elleri keseyi tuttu ve askerden aldı. kollarının arasına ancak sığan büyük keseyi kucağında düzeltirken arkasını dönen askere bakıyordu. birkaç saniye içinde sürgü kapının kapanmasıyla eski gürültü yavaş yavaş yerini alıyordu.
salonun köşesinde yakılan soba, alevlerini tavanda yansıtırken elijah, elindeki keseye bakıyordu. çevresinde toplanan birkaç kişiyi görmezden gelip yerine, döşemenin üzerine oturup sırtını duvara verirken keseyi dizinin üzerine bırakmıştı.
çevresindeki iki-üç meraklı göz, kesenin içindekileri boşaltırken onu rahatsız etmişti. herhangi bir harekette bulunmadan öylece onu izliyorlar ve yaptığı her şeyi inceliyorlardı. elijah, olası bir kavgadan kaçınmak adına onlara bakmaktan kendini alıkoydu.
iki parça üst ve kesenin en altına yerleştirilmiş keten ayakkabı, sarmalanmış üç küçük elma. mevsim şartları her ne kadar elma yetiştirilmesine izin verse de eldeki düşük gelir elmaların bakımı için yeterli değildi ve elijah, ailesinden gönderilmiş üç küçük elmaya bile öylesine büyük bir açlıkla bakıyordu ki dışarıdan bakan herhangi biri bile bunu gözlerinden okuyabilirdi.
ona bakan iki kişinin yer döşemesine, diz kapağının hemen yanına çökmesi de yüzündeki düşük dozdaki neşeyi düşürmüştü. "ernst miydi?"
elijah gözlerini karşısındaki bedene çevirip usulca başını salladı. hareketleri yavaştı. buz tutmuş parmak uçları keten ayakkabıyı krem rengi yastığın kenarına bırakırken bile normalde hiç olmadığı kadar ağırdı.