kuyruklu bir yıldız, hangi gökyüzünün kaçıncı karanlığı içinde süzüldüğünü bile bilmeden macellan'ın parmakları arasında yavaşça hareket etti. öylece gidip duran aracın üzerinde yatıyor, ıslak tabanın sırtını kirletmesine ve üniformasının çamurlanmasına izin veriyordu. kararmış parmak boğumlarının arasında kendi evrenine doğru ölen bir yıldız, öylece kayıp gitti ve macellan, araba tekerlerinin rahatsız edici gürültüsüyle gözlerini kapattı. yalnızca tek elle sayılabilen birkaç saat içinde ise ne gökte görünebilen tek bir yıldız, ne de çamurlu yolda dönüp duran dört çift teker kalmıştı. araba fransız üssüne vardığında macellan, yorgunlukla gözlerini açtı ve etrafa baktı. karargahın çevresine dizilmiş birkaç obüs ve diğer birkaç zırhlı aracın yanında onları kapı önünde bekleyen komutan; soğuk ayak parmak uçlarına dek sinerken macellan arabadan indi.
"günaydın," uyku sersemi bir şekilde sağına döndü ve ona bakan meinrad'a baktı. başını sallayarak ona karşılık verdiğinde önüne bakmaya devam etmişti. "...fransızca biliyor musun?"
gizlemeye çalıştığı bir esnemeyle "almanca bile bilmiyorum." dediğinde karargahın önüne varmışlardı. o an fransa'nın hangi şehrinde olduklarını bile bilmiyordu fakat birbiri ardına kesme işaretleriyle ayrılmış harflerden anladığı tek şey o sırada almanya sınırları içerisinde değillerdi. macellan, okuma yazmayla ilgili bildiği tek şeyi basit bir tabelada görebiliyordu.
sayım amaçlı arabadan indirilen herkesin sıraya girmesinden sonra macellan on dakika boyunca hiçbir şey konuşmadan, hareket bile etmeden ayakta kaldı. solundan yükselen sesle beraber "yüz yirmi bir..." diyerek ismini söylediğinde bile yalnızca yüz kaslarından birkaçını oynatmıştı, fazlası değil.
çok geçmeyen birkaç dakika sonrasında, sağ arka çaprazından yükselen "yüz yetmiş dört," sesiyle istemsizce başını geriye çevirse de yutkunarak önüne döndü. "...ernst schäfer..." doğrusu onun burada olmasını beklemiyordu. bildiği kadarıyla kendisi asayiş amaçlı iç almanya'ya gönderilmişti ancak detayları hakkında bir fikri olmadığı için üstüne gitmemişti. tuhaf bir şekilde, burada ernst'in ölme ihtimalinin yüzde yetmiş oranında artmış olması gerçeğine rağmen macellan, istemsizce rahatladı. hiç değilse artık almanca öğrenebilirdi.
sayım sonrası koğuşlara ayrılmada adımları onu arkadaşının yanına götürdü. "ernst!" derken ses tonunda gizlemeye çalıştığı neşe, macellan'a kötü hissettirdi. bu tıpkı, savaşta eski bir yakın arkadaşa rastlamak gibiydi. doğrusu karşısındaki beden bunu macellan'dan daha iyi bilse de macellan, bunu bilmiyordu. "hoş geldin!"
elijah, kısık gözleriyle macellan'a döndüğünde yüzünde soluk bir gülümseme vardı. bu, macellan'ı daha da tedirgin etmişti. doğrusu, arkadaşının gülümseyişini çok sık görmeyişine ek olarak onun bu soğuk ifadesi onu tanıyalı çok olmayan macellan için bile sıradışıydı. "hoş buldum." derken ses tonu olağandı.
elini uzatıp kısa bir el selamıyla onu karşıladıktan sonra "iyi görünmüyorsun." diyerek kafasındakileri belirtti. "almanya sana yaramamış."
kaşlarını hafifçe kaldırdı elijah. "öyle mi?" solgun yüzü az öncekinden daha doğal bir hâle gelmişti. "farkında değildim." derken elinde karargaha taşınacak silahlardan biri vardı.
çok kısa bir hâl hatır sorma molasının ardından macellan, parlak iki çift gözbebeğiyle elijah'a baktı. "berlin'e uğradın mı?" elijah onu mırıldarak reddettiğinde macellan sızlanarak önüne dönmüştü. "hannah..." diye söylendiğinde sesi kısık, başı öne eğikti. "onu çok özledim." gözleri elijah'a döndüğünde belli belirsiz kaşlarını kaldırmıştı. "aaron burada olduğunu biliyor mu?" derken sesi hâlâ hannah'a duyduğu özlemden kırık ve kısık çıkmıştı.
"ron?" macellan o an elijah'ın nabzındaki artışı duysaydı bunu nasıl anlardı o an elijah bile bilmiyordu. "bilmiyorum," derken kelimeler dudaklarının arasından sessizce çıkıyordu. "...buraya geleceğimi söylemedim."
"sen onun nerede olduğunu biliyor musun?"
elijah, parmaklarının arasındaki silahı sıktı. "emin değilim."
çok kısa bir an hapşurduktan sonra önüne dönen macellan "iki gün önce geldi." diyerek yanıtladı onu. "buraya ilk gelen oydu. son günlerde çok fazla çalışıyor." derken yüzünde az önce hapşurduğu için tuhaf bir ifade vardı. "zaten çalışkandı, ernst, şunu tutar mısın?" elijah'a silahı emanet etti ve elini beline götürdü. ağrısı yüzünden sıkıca beline bağladığı kuşağı hafifçe yukarı kaydırdığında acı yüzünü buruşturmuştu. "fiziksel özelliklerimden nefret ediyorum." diye söylenirken silahı geri aldı. "aaron'u görmek istersen, odasına giriş izni olan üç askerden biriyim," gülümseyerek çenesini kaldırdı. "...karargahın tek sağlıkçısı olarak. üstelik okuma yazma bile bilmiyorum."
"tebrik ederim." derken nazikçe gülümsedi elijah ve silahı tutan elini sıkılaştırdı. hissettiği huzursuzluğu belli etmemek için çabalıyor ve bunu başarıyordu. doğrusu, ron'u görmeyi her şeyden çok istiyordu. dahası, ona hiç olmadığı kadar sıkıca sarılmayı ve çok daha fazlasını ancak kendisini buna hazır hissetmiyordu. buradan ayrı olduğu son iki haftada özellikle mental açıdan değişmeye çalışmıştı ve henüz ron'la yüzyüze gelmek, ikisinin arasında kendisinin bile düzeltemeyeceği şeylere yol açabilirdi.
doğrusu, onun yolu göstermesine bile gerek kalmadan karargah kapısında gördü elijah onu. elinde bir kalemle, masanın üzerine avuç içini bastırmış ve giriş çıkışlardaki araçları not alıyordu. içeri giren bir adam, kucağına almış olduğu bir dizi malzemeyi ron'a not aldırırken elijah, yalnızca ron'un açık renk saçlarının rüzgârda nasıl güzel dalgalandığını izlemekle yetindi. ron, olması gerekenden çok daha güzeldi ve bu elijah'ın canını yakıyordu.
adımları onu karargahın kapısına ilerlettikçe kalbindeki dalgalanma arttı. artık kendisini yalnızca kötü değil, aynı zamanda karşı konulamayacak derecede heyecanlı hissediyordu. daha önce tanıdığı ron, sevdiği ron ve hatta âşık olduğu ron'la bile karşılaşmıştı ancak ilk defa özlediği ron'la karşı karşıyaydı. zihnini bütünüyle işgal eden bu acımasız özleme karşı elijah katz, savunmasızdı.
macellan'ın konuşmasını dinlemedi. gözleri yalnızca ron'un, silah ismini not alan ellerindeydi. bedeninin her bir noktası yehova'dan arta kalan bir eser gibiydi ve elijah için ron, yazılmış en kutsal ayetten bir adım daha öndeydi. böyle anlarda elijah, yehova'ya olan inancını sorguluyordu. hiç kimse tanrı'dan daha güzel olamazdı.
elleri silahı sıkıca tutarken masanın önüne geldi ve ron'la göz göze geldi. yutkundu elijah. onu o denli özlemişti ki bedeninde aniden yükselen his bütünlüğüne karşı koyamıyordu. bu engel olamadığı duygular arasında ise onu en çok etkileyen acıydı. buraya gelmeden önce yüzlerce kere babasının av tüfeğini şakaklarına yaslayıp yer küreden ona bir mezar ayırmasını dilerken yalnızca, onu tekrar görebilmek için intihar görevinden vazgeçmişti. şimdi ise ron, öylece karşısında, ona söylemesi gereken iki kelimelik bir silah ismini bekliyordu. kırık bir sesle "lee-enfield," dedi elijah. "...britanya deposu."
gözbebekleri onu daha önce hiç görmemiş gibi birkaç saniye daha elijah'ı izlediğinde sakince kâğıda döndü ve yenilediği mürekkeple silahın ismini yazdı. elijah ise görevini tamamlamış bir asker olarak karargaha doğru ilk adımını attığında ron'un, o tanıdık ses tonuyla "ernst," diye onu çağırışını duydu. kendi ismi olmasa dahi ona zorunlu anlarda ernst olarak seslenmesi, elijah'a bu ismi sevdirmek üzereydi ve elijah, sırf ron'a âşık olduğu için savaşa bile ısınmaktan korkuyordu. gözleri ona döndüğünde, ron'la göz göze geldi. "...polonya'da kalan eşyalarını depodan al."
yüzünde saklamaya çalıştığı yüzlerce duyguyla "anladım," dediğinde, macellan'ın arkasından karargaha girmek üzereydi. "...alırım." doğrusu, onunla yüzleşmek istememişti ancak onunla iki yabancı gibi konuşmaya elijah, hiç hazır değildi ve bunun onda yarattığı etkiyi, ron anlayamazdı.
.
