on üç

1.3K 195 334
                                        














artık ernst schäfer onun gerçek ismiydi ve elijah katz, elindeki yeşil mektupla iki hafta öncesine gömülmüştü.

evden ayrıldığından beri üzerinde, kendinden ayrı bir ten taşıyormuş gibiydi. sanki varlığı, würzburg'da uyandığı son sabahtan bile farklıydı ancak elijah, ne kadar değişirse değişsin hiçbir zaman son iki haftadaki kadar yabancı olmamıştı. 

albert, lodz girişindeki çocuk, derrick ve karl; ölüm ona hiç istemediği kadar yakındı fakat o, bunu bilmek istememişti. parmak uçlarına kadar tüm bedenini saran o irtihalin çürük et kokusu solumaktan korktuğu eski bir parfüm gibi öylece burun direğini sızlatırken elijah, odağını esir alan flaconun gerçek olduğuna kendisini inandıramamıştı.

mektubu aldığından bu yana tam iki hafta geçmişti. göz bebeklerindeki donukluk aşılmaz bir safhaya geldiğinde ron, artık dinlenmesi için onu revire götürmek istese de elijah buna karşı çıkmıştı. küçük bir çocuk gibi, yardıma muhtaç bir hâlde onların yönergelerine uymak şanlı bir alman askeri olan ernst için hiç de kabul edilebilir bir davranış değildi. tıpkı annesinin mektupta yazdığı gibi, führer'in yoldaşları için öylece mağrur, ayakta durmalıydı.

artık içindeki hitler düşmanlığını kendi kafasında bile şifreliyordu; ona karşı duyulan bu iğrenç korku, düşüncelerine kadar etki etmişti ve bu, kendine ait sıfatları öldüren çirkin bir tümördü. artık kendinde değildi ve würzburg'dan beri milyonlarca kişiliği onu terk etmişti.

o ana dek tüm hassaslığına rağmen akıl sağlığını yitirmemiş olması elijah için şaşırtıcı bir durumdu. hâlâ sağlıklı bir şekilde ona verilen emirlere uyabiliyor, şafak talimlerine vaktinde kalkabiliyor ve sorulan sorulara mantık dâhilinde cevap verebiliyordu. ron, o geceden sonra elijah'ın bir daha kendine gelemeyeceğini düşünse de elijah, beklendiği gibi biri değildi.

tek fark, aynı kişi değillerdi. ron, her gece yatağında ernst'in yabancı bedenini görürken elijah'ı nasıl geri getireceğini bilmiyordu.

korktuğu en büyük şey buydu. ne fiziksel bir darbe ne de gerçek bir beyin ölümü; bir ceset gibi yalnızca ona söylenen şeyleri yerine getirirken elijah, ron için kaybedilmiş bir savaştı. en son beş yıl önce, silah arkadaşlarından birini sonsuzluğa uğurlarken bu muharebeyi kaybetmişti ve ron kendini yeni bir harbe hazırlamak istemiyordu. doğrusu bu, küresel değildi ve ron yalnızca elinde silah tutulan hayatı öğrenmişti.

hayat ve ölüm, birbirine zıt iki korkunç kavramdı; bu kaçınılmaz çiftin arasında nereye gideceğini bilmeden öylece beklemek ise daha zordu. ron, bu kaba tadı elijah'ın da bir gün alacağını başından beri biliyordu fakat ne yapacağı hakkında en ufak bir fikri yoktu.

ron onun annesi ya da babası değildi keza ron, elijah'a âşık da değildi. yalnızca, içten içe ona duyduğu koruma içgüdüsü aşılmaz bir hâle gelmişti çünkü kimliğinden geriye kalan belki de tek şey oydu. geçmişe dair hatırlayıp yaşatabildiği insan sayısı hiçe yaklaşmışken elijah, hayatta kaldığını ona hatırlatan canlı kanıttı.

ama her ne kadar kendini, bu bencil hayatta kalma ve adını en az bir insanda yaşatma arzusuyla kandırıyor da olsa daha ilerisi vardı. daha ilerisi korkunçtu ve ron, bunu düşünmek istemiyordu. birine karşı, içinde duyduğu o olağan hümanist sevgi dışında ekstra bir bağlılık hissetmek bulundukları mahal açısından hiç de kabul görülür bir şey değildi. bugün sarıldığı bedeni yarın ambarda görme korkusu ve bunun gerçekliğiyle savaşmış olduğu hatırası ron için yeterince ağırdı ve elijah'ın, ileride görülmesi muhtemel olan cansız bedeni tüm hakikati ile zihnini dolduruyordu.

saat geç olmuştu. ron, masanın üzerindeki sıcak kahve bardağını parmaklarının arasına alıp avuç içini ısıtırken önündeki kâğıt düzinesine bakıyordu. yakın bir zamanda iç almanya'ya, oradan da fransa sınırında kalan maginot hattı'na gidecekti o yüzden öncelikle lodz üzerindeki evraklarla olan işini bitirmesi gerekiyordu. diplomatik işlerden hiç olmadığı kadar nefret ediyordu fakat bunları gözden geçirmek, uzunca okumak ve imzalaması gereken yerleri imzalamak dışında bir çaresi yoktu.

elini kahve bardağından ayırıp mürekkepli kalemi parmaklarının arasına aldı ve willhelm wagner yazan yere, iki w harfiyle imzasını attı -normalde yanına bir a harfi de eklerdi ancak o kadar kâğıt imzalamıştı ki eli ağrıyordu-. el yordamıyla masanın kenarına koyduğu kaşeyi bulup kâğıdı mühürledikten sonra bir sonraki sayfaya geçmek için mürekkebin kurumasını bekledi.

kâğıt kuruduktan yalnızca bir saniye sonra odanın demir kapısı yavaşça açılmıştı. ron, gelen kişinin albay olduğunu kapıya bakmadan netçe anlamıştı. albay hızlı bir şekilde içeri girip çekmeceleri karıştırmaya başladığında ron, basit bir asker selamı yapacak zamanı bile bulamadan albay ron'un masasına gelmişti.

elindeki kâğıtlara aceleyle kaşe basacakken ron'a döndü. "bu benim mi?" dedi sert sesiyle albay.

"evet," dedi ron ayağa kalkıp adamın yaşlı ellerine bakarken. "...sizin, efendim."

"imzaladığın evraklar nerede?" konuşurken dudaklarının üzerindeki kısa, gri bıyıkları hareket ediyordu. acele eder gibi elini uzatmışken ron, onu hiç bekletmeden çekmeceyi açtı ve kâğıt destesini çıkardı.

"generale ait olanlar burada," dedi ron desteyi masaya koyup. "...ikinci mangada sağ kalanlar için yapılan işlemler," cümlenin arasına ayırdığı her virgülde birkaç kâğıdı masaya bırakıyordu. "...üçüncü mangada sağ kalanlar, dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci, sekizinci..." albay elini uzatıp bir önceki koyduğu kâğıdı aldı.

"neden bu kadar az?" diye sordu albay eline aldığı kâğıdı ona gösterip.

ron duruşunu düzeltti ve ciddi bir ses tonuyla "sağ kalan yok, albayım." dedi. sahte benimseme sözcükleri, üste duyulan zaruri saygıdan arta kalan ciddiyet ve ölüm haberini, bunu kendisinden daha iyi bilmesi gereken sorumlu birine hatırlatmanın verdiği birikmiş asabiyet; ron, bal rengi gözleriyle albaya bakarken sakinliğini koruyordu.

"biri var demişlerdi," göz bebekleri kâğıtla ron arasında gidip gelirken ağırlığını iki bacağına verdi. "...dur bakalım." derken kâğıdı okuyabilmek için çerçevesiz gözlüklerini düzeltmiş ve küçük gözlerini merceğin arkasından kısmıştı.

"ernst schäfer, ikinci bölük." sarı rengiyle çevrelenmiş göz bebeklerini albaydan ayırmıyordu. "ön cephede, abigail schedel'in cesedinin yanında, yaralı hâlde bulundu."

"pusudan sağ mı çıkmış?" dedi albay kaşlarını kaldırarak. "onu tanıyor musun?"

"atış talimlerinde ona yardımcı olmuştum albayım." diye açıkladı.

"başka?" kâğıdı çevirip arkasını kontrol etti.

normalde albay, bu tarz sorular sormazdı. yine de ron bunun, tuhafına gitmesine izin vermedi. "bana verdiğiniz eski odanızda, kalmasına izin verdiğim iki erden biri." dikkatinin dağılmasına yardımcı olmak için devam etti. "diğeri, jan macellan kajevic. sağlık bölümünden karina salia kajevic'in öz oğlu."

albay kısık gözleriyle kâğıdı incelemeye devam ederken "kıvırcık olan mı?" diye sordu.

ona kıvırcık değil, dalgalı deniyordu. "evet."

"ilgimi çekti." dedi albay, kâğıdı hafifçe yuvarlayarak.

"sağlık konusundaki tecrübesi iyidir." başını umursamazca yana yatırdı. "annesi kadar olamasa da."

"ernst schäfer'dan bahsediyorum," kâğıdı masaya bıraktı. "...kahvaltıda ikinci yemekhaneye bekliyorum."

yutkunarak masaya bıraktığı kâğıda baktı ve generalin yaşlı ellerini izledi. o, seçtiği evrakları elinde toplayıp masanın üzerinde mürekkep ararken ron "onu," dedi ifadesiz bir sesle. "...ne için çağırdığınızı söylemeliyim?"

albay diviti mürekkebe daldırıp sivri ucuyla sepya kâğıda imzasını bırakırken ona yanıt vermemişti.













.

kangrenHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin