mezarını kendin kazdın
benimki hakkında endişelenirkenBal Kabağı kasabasında, anlamsız birçok şey vardı. Mesela birkaç sene önce, marangoz Kimbum amca 'kasabaya küçük bir dünya turu' attırmak istemişti. İlk söylediğinde, topluca geziye çıkacağımızı, ülke ülke seyehat edeceğimizi sanmıştım. Kasabadaki herkesin kafasının kırık olduğunu unutmuştum, o an ki heyecanla. Söylediğini şu şekilde gerçekleştirmişti; kasabanın farklı farklı yerlerine eyfel kulesi, özgürlük anıtı, kolezyum ve piramitler dikmişti. Dünya turu derken; kasabayı küçük bir Disneyland'a çevirmeye çalışıyormuş meğersem.
Diktiği maketlere de kimse ses çıkarmamış, hemen benimsemişlerdi. Hatta gelen yazlıkçıları; size Paris'i gezdireceğim diyerek, Eyfel maketine götürüp dalga geçtikleri olurdu. Özgürlük anıtı da artık meşale değil; kasabayı sembol için bal kabağı taşıyordu elinde. Demiştim değil mi, topluca sıyırmışız diye?
Ama aramızda en temiz sıyıran Gandalf amcaydı. Kasabada 1.60'dan kısa hiç kimse olmamasına rağmen, hobit evleri yaparken ikinci defa düşünmemişti bile. Bizlerde, özellikle gençler, kafamızı ve belimizi bükerek kamburlaşıp; günlerce o evlerde takılırdık. Sonrasında da sırt ve boyun ağrıları çekerdik.
Şimdi de, bel fıtığı olmayı göze alarak buraya kaçmama şaşırmamak gerekiyordu. Boydan boya tarlaları, at çiftliği ve çiçek bahçeleriyle; gün batımını en güzel yaşayan Gandalf amcanın minik Shire'ı kaçmak için en uygun yerdi.
Jungkook'u arkamda bırakıp, araziye daldığımda; Gandalf amcanın sadece silüetini görmüştüm. Hem gözlerimdeki yaşlar, hem de hızlı ilerleyişim her şeyi bulanıklaştırıyordu çünkü. Burnumu çeke çeke, yaşlarımı koluma sertçe silerek durdurmaya çalışıyordum ağlamamı. Ama durmuyordu. Ben sildikçe yenileri ekleniyordu. Bir göz taşlarımdan; bir de boğazıma oturan, yutkunmayı zorlaştıran, o yumrudan kurtulamıyordum.
En yakınımdaki hobit evine daldığımda, eğilmeyi unutmuş ve kafamı sertçe kapının üstüne geçirmiştim. Alnım acıyla sızlarken, gözlerim kararır gibi olmuştu. "Ağzına sıçayım senin! Neden vuruyorsun bana!" diyerek, kapıya yumruklarımı ve tekmeleri geçirmeye başladım.
"Sana hiçbir şey yapmadım. Neden canımı yakıyorsun." diye bağırıp, çıldırmış gibi kapıyla kavga etmeye devam etmiştim.
Eğer birileri beni görseydi; kasabanın yeni delisinin ben olduğumu düşünürlerdi. Ama umrumda değildi. Bütün öfkemi kapıdan çıkarıp, tahtaları soyulana kadar yumrulamıştım. Hıncımı aldığımda da, içeri girip kapıyı üzerime kapadım.
Elim biraz önceye göre daha kötüydü. Kanlar yoğun bir şekilde akarken, bilekliğin sırılsıklam olduğunu fark etmiştim. Çok da acıyordu. Yine de, zihnimde dolanan sesler kadar acıtamıyordu canımı.
Koltuğa uzanıp; durulmuş, yaşlı gözlerimle tavanı izlerken- nerede yanlış yaptığımı anlamaya çalışıyordum. Herkes hatalar yapıp, batırırken; neden benim yanlış olmamı yüzüme vuruyorlardı; sorusuna çözüm bulamıyordum.
Birçok konuda yalan söylemiş, insanları kandırmış, hatta büyük sıçışlar gerçekleştirmiş olabilirdim; ama asla iyi biri olduğumu iddia etmemiş, herkesten daha üstün olduğumu savunmamıştım. Neden tersini bana söyleme ihtiyacı hissediyorlardı? Dış görünüşümü överken, 'ama şöyle de bir kusurun var, bilmen gerekiyor' diyerek karakterimi eleştirme hakkını nasıl bulurlardı?
Ben onlara, söyleyemezdim. Kimsenin karşısına geçip, bile isteye kalbini kıracak sözler söyleyemezdim. Onlar nasıl bunu yapabiliyorlardı? Umursamadan, kalbimi kırmayı göze alıyorlardı. Gerçekten onlar için sadece görünüşten mi ibarettim? Vasat karakterim yüzünden; ne düşündüğüm önemsiz, ne hissettiğim dikkate değer değil miydi?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
my bad choice | Taekook
Fiksi Penggemar"Ateşle oynamanın faydası, oynayanın ucundan bile tutuşmamasıdır. Yanıp kül olanlar oynamasını bilmeyenlerdir." 24/05/2021