8

11.2K 1.2K 2.7K
                                    


you're so much more than a body

Yılların getirdiği düşmanlıkla, Jungkook'un sözlerinin ve tavırlarının üzerimde hiçbir etkisi olmadığını düşünebilirdiniz. Sonuç olarak ondan nefret ediyorum. Bu da fikirlerini önemsemediğim anlamına gelmeliydi, değil mi? Ama öyle değil.

Her şeyden önce ona bir değer vermeliydim ki, nefretimi hak edebilsin. Birinden hoşlanmak nasıl ilgi gerektiriyorsa, nefret etmek için daha fazlasına ihtiyaç vardı. Ve bu ilgi, durduğu yerde bir şekilde büyüyordu. Birbirimize karşı beslediğimiz nefret, en güçlü duygu olduğu söylenen aşktan bile daha tutkuluydu.

Nefret körüklenirken; dilinden dökülen her kelimeye, her bir bakışına, hatta kolunu hareket ettirişine, olaylara takındığı tavra kadar dikkat etmemi de getiriyordu yanında. Çünkü ateşimi harlamak için yeni sebepler bulmalıydım. Onu izlemezsem ve ciddiye almazsam bunu sağlayamazdım.

İnsanın kendini kandırması çok zor derler; ve ben bunu kolaylıkla başarıyorum işte. Başarıyordum. Neden mi? Biraz önce kurduğum her cümle, yalandı çünkü.

Flaş! Flaş! Flaş! Bal Kabağı kasabasının son flaş haberi; Jungkook'tan nefret etmiyorum. Hatta nasıl nefret edeceğimi bile bilmiyorum. Senelerdir sadece rol yapıyordum. Yalan söylemekte ne kadar iyiysem, rol yapmakta profesyoneldim- Jungkook yüzünden.

Nefretiyle ilk karşılaştığım o gün, yarıştan sonra koşa koşa sahile gittiğimi ve dakikalarca ağladığımı hatırlıyordum. İlk defa karşılaştığım; iç karartan,zehir gibi ruhuna bulaşan ve acı çektiren bu duyguyla baş edememiştim. "Ne yaptım ki ben?" diye sormuştum, Jimin'e. Nedenini o zaman da anlamamıştım, şimdi de anlamıyordum.

Yaptığı onca götlüğe rağmen, her defasında "Nefret ediyorum senden!" diye bağırsam da, yüzünde ve vücudunda onlarca yaralar açsam da; ben Jungkook'tan asla nefret etmemiştim.
Ama onun nefretinin, saflığını görebiliyordum. Asla bulanıklaşmamış, bir yaprak tanesi bile düşmemişti o saf, nefret dolu suların içine.

Kalbimi kırmıştı. Yine. Ve bunu hep aynı yerden bıçağı saplayarak yapıyordu; karakterimin ne kadar boktan olduğu hakkında küfürler savurup, hakaretler ediyordu. Bunları sürekli duymak, hatta hiçbir şey yapmasam bile nefretini kusması; dayanabileceğim noktada değildi.

Ormanda yürüdüğüm yol boyunca, artık kendime yalan söylemediğimi fark etmiş ve bu durum daha da canımı sıkmıştı. Çünkü kendimi kandıramazsam, hiç kimseyi kandıramazdım artık.

Yeniden ağlamaya başladığımda, orman yolunu bitirmiş kumsala ulaşmıştım. Biraz daha sert rüzgar vururken yüzüme, tıkalı burnuma deniz kokusu buram buram dolmuştu. Gözlerim, her zamanki gibi kenarda park halinde olan karavana kaymış; ayaklarım beni oraya yönlendirmişti. Yoona teyze; kan kırmızısı saçlarını topuz yapmış, ellerinde sigarası ve birasıyla sandalyesine kurulmuş güneşleniyordu. Beni gördüğü anda, ayağa fırlayıp; pembe gözlüklerini kenara fırlatmış ve kollarını kocaman açmıştı.

"Benim güzeller güzeli oğlum mu gelmiş!" diye bağırırken, kocaman sırıtıyordu. Ama yakınlaştığımda, yüzümü görmesiyle gülüşü solmuştu. Birasını masaya bırakıp, sigarasını söndürdüğü gibi yanıma koşmuştu.

Kollarımı beline dolayıp, kafamı omzuna yaslamıştım. Saçlarımı okşarken; "Canım yanıyor." demiştim. Ama alt dudağım titremiş ve cümlem bir garip çıkmıştı.

my bad choice | TaekookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin