Beş gün önce yayınlanmış "Bir kez sevilen, hep sevilir" adlı bölümü okumuş muydunuz? Bu kez sağ yanda yer alan afiş megolin'den yani benim biricik Pelin'imden geliyor. :)
Kalbimin bir parçasını sök, al!
Luna elindeki mektuba bakarken iç çekerek omuzlarını düşürdü. Dört ay olmuştu. Yedi Tanrı aşkına! Dört koca ay olmuştu. Tatil bitmiş, üçüncü yılına başlamıştı. Füruz'un öldüğü haberini aldığından beridir her gün, her gece sabah olana kadar ağlamıştı önceleri. Bunu bir türlü kabullenememişti. Füruz, ah Füruz ve Miaetilra! Hala bu okulun içinde yaşayan, varlığı hissedilebilir tazecik bir fideydi. Dallarında daha yeni çiçekler açmaya başlamıştı da gelecek olan bahar en çok onları ısıtacaktı sanki. En çok onlar birbirlerini sevecek, en çok onlar birbirine dolanan sarmaşıklar gibi dolana dolana büyüyeceklerdi. Ama olmamıştı. Nedense onların aşkına bir zeval gelmez gibi hissetmişti Luna hep ama işte... Önce Ru'yu kaybetmişlerdi. Dolan gözlerini titreyen parmaklarıyla kuruladı. Sonra da Füruz'u, Füruz'u kaybetmişlerdi. Miae'nin içinde atmaya devam eden bir kalp kalmış mıydı sahi? Orada, ait olmadığı o vahşiliğin ve yalnızlığın içinde nasıl hissediyordu? Ağaçlara tırmanmayan, cıvıldamayan, kızıl saçlarını savurmayan genç bir kadın canlanmıyordu bir türlü gözleri önünde. Keşke, diyordu böyle anlarda 'Gitme!' deseydim.
"Sürekli ağlamaktan sıkılmıyor musun?"
Kaşlarını çatarak bulanan gözlerini ovuşturdu ve tepesinde dikilen çocuğa -Miriam'a- yorgun bir bakış attı. Tıpkı bir insan gibi acı çekiyordu zavallı Luna, sıkılacak anı olmuyordu ki! Hava ciğerlerinde sıkışıp kalıyor, kalbi bazen atmayı unutuyor, parmak uçları her daim buz gibi oluyordu. "Hayır," diye mırıldandı. Sesi çatladı. Sesi, tıpkı gözlerindeki özlem gibi, kirpiklerindeki nem gibi, gözyaşlarındaki pişmanlık gibi çatladı. Dağıldı, sardı, sarıldı. Odanın içindeki hava taş kesti. Miriam'ın keskin bakışlarına çarptı. Ona karşı bir şey hissetmiyordu, genç adam. Ama kızın çektiği bu tarifi imkansız acı artık ona o kadar da eğlenceli gelmiyordu. Devasız bir yara gibi büyüyordu, Luna. Etinde gelincikler genişliyordu. O bile genç kızı bu acıyla baş başa bırakacak kadar acımasız kalamıyordu. Babası duysa şu düşüncelerini ondan utanırdı. Gözlerini devirerek bu düşünceden sıyrıldı.
"Al, bunu iç." Elindeki fincanı kızın önüne bırakıp hiçbir şey söylemeden karşısına oturdu. Gözleri bir anlığına Luna'nın solmuş yüzünde gezindi. Bir ölü kadar solgun görünmesine rağmen hala göz kamaştıracak kadar güzeldi. "En azından ısınmış olursun."
"Ne zamandan beri Santeler, Stenlere bu kadar iyi davranıyor?"
"Stenler bizim herhangi bir etkimiz olmadan acı çekmeye başladıklarından beri."
Luna burukça gülümsedi. İlk kez, uzun zamandır ilk kez gerçek bir gülümsemeye yakın bir kıpırtı uğruyordu dudaklarına. Bazen kendisi de bu ruh halinin altında eziliyormuş gibi hissetmesine engel olamıyordu ama öyle bir atalete kapılmıştı ki, silkelenip kurtulmak için en ufak bir arzu duymuyordu. Sanki onlarca kilometre koşmuş, her adımında düşmüş kadar yorgundu. Her yanından görünmez kanlar sızıyor, ne yanına dönse o yanından acıyordu. Bütün bu Stenlerin, bütün bu Santelerin onu sevmemesini umursamıyordu; ona acımalarını, onu yok saymalarını da umursamıyordu. Kendi acısına ve pişmanlığına gömülmüştü, biriyle konuşmanın nasıl bir şey olduğunu ancak genç adamın muzip sesini duyduğunda anlıyordu. Gözyaşlarını uyuşturan bir sakinlikle kurulayıp çocuğun bıraktığı fincanı aldı. Eskiden kalma bir alışkanlıkla burnunu fincana dayayıp "Berbat kokuyor," dedi sessizce. Kaşları kuşkuyla havalandı. "Beni zehirlemeyeceksin değil mi?"
"Tadına bak."
"Ama..."
"Hadi, Prenses Luna!" Omuz silkip buz mavisi bakışlarını kıstı. "Saatlerce dil dökemem."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kızıl Kraliçe 2: Gelincik Mevsimi
FantasíaMiae güzel bir düş gördü. Güzel bir anıya benzer... Herkesin hayatta olduğu, mutlu oldukları sıcak bir bahar günüydü. Ruth yaşıyordu. Yıldızlarla dolu bir gökyüzü gibi yaşıyordu. Gülümsedi. Füruz'un elleri ellerindeydi. Algos, Azel, Darlene, Luna...