Pandeminin yarattığı beyin sisinin etkisinden sıyrılabilmek için geçtiğim her sokağın, aldığım her nefesin farkındalığına çabaladığım bir gün yeni bir tabela çarpmıştı gözüme. Evimin iki sokak ötesine fıstık yeşili dekoruyla bir Hint lokantası açılmıştı. Oryantalist desenli bu tabelaya kocaman İndian Kitchen yazılmıştı. Zaten yaşadığım semt dolayısıyla şaşırmaz olmuştum bu restoranlara. Şam sokağındaki Arap lokantaları, Afrika mutfağı ya da Asya lezzetleri... Zaman zaman dev çirkin binaları ve kültürel mozaiği ile kendimi Amerika'da hissetsem de market fiyatları gerçeğin böyle olmadığını her fırsatta yüzüme vururdu.
Evde pırasa pişen bir gün bu baharatlı yemekleri deneme kararı almıştım. Zaten az sayıda olan arkadaşlarımla haberleşip dükkânın önünde buluşacaktık. Hazırlığımın son parçası olan maskemi takarken aklıma meme kanseri olan teyzem geldi. Kanseri yenmeden önce maskesini takarken hep gerilirdi. İnsanların vebalıymış gibi bakışlarından olsa gerek maske hep hüzün demekti benim için.
Yakın olan restorana gitmek için otuz katlı iki siteyi geçmem, Arap erkeklerinin tacizci bakışlarına aldırmamam ve birkaç etnik kıyafetli insana şaşırmam gerekti. Önüne geldiğimde üstündeki yirmi dokuz katı ve her birinde en az üç farklı ailenin yaşadığı daireleri sırtlayan bu dükkânın önünde saygıyla eğilmek istedim. Burası depremde beynelmilel bir mezarlığa dönüşecekti. Bunu düşünmek bile birazdan baharattan yanacak midemi bulandırmaya yetmişti.
Kocaman yeşil duvarları ve yakılmamış petekleriyle montumuzla oturmamıza sebebiyet veren bu dükkân Ortadoğulu ve Asyalı insan doluydu. Ülkedeki göçmen sorunu varoşta bu kadar ciddi bir hal almış mıydı gerçekten? Dükkanına ilk kez bir Türk'ün teşrif etmesine heyecanlanarak Hintli zannettiğim ama sonra Afgan Türkü olduğunu öğrendiğim gri kalpaklı patron amca aksanlı İngilizcesi ile menüyü uzun uzun anlatmaya başladı. Zaten fakültede İngilizceye dair hiçbir şeye maruz kalmamış olduğumuzdan Anadolu lisesinden hatırladıklarımızla Tarzan'ca anlaştık. Önce kahverengi masa az kirli bir bezle silindi ve kolalar getirildi. Biz Türk'üz belki de Cengiz Han soyundanız diye espri yapan ağabey Araplara anlam veremediğim bir nazar fırlattı. Durum öyle bir hal almıştı ki ülkede azınlıklar arası ırkçılık bile başlamıştı. Eşinin peçeli olmasına sevinip Müslüman olmaları sayesinde mutfaklarının da temiz olacağına kanaat getirdik.
Yaklaşık yarım saat sonra butter chicken, adını söyleyemediğim kuzu etli bir yemek ve sarımsaklı ekmek yoğun bir ter kokusuyla, bakır kaplarda masaya teşrif etti. Kalpaklı ağabey sohbeti kesti ve bizi yemeklerle baş başa bıraktı. Arkasından kocaman gözlerim, beyaz tenimle, esmer teni ve çekik ufak gözleriyle soydaş olduğumuzu iddia eden ağabeye baktım. İşte o an "Ne mutlu Türküm diyene!" sözündeki diyene'nin anlamını kavramıştım. Sonradan bu ter kokusunun sebebinin fazla marine edilen kuzudan kaynaklandığını öğrendim.
Yemeklerimizi bitirdikten sonra soğuk ve yoğun yeşil renkli dükkânı uzun uzun inceledim. Midem yanarken masadaki sohbeti dinlemiyor sadece uyumsuz dekora, her milletten insanla dolu masalara bakıyordum. Sıkılmış olacağım ki bu soğuk mekândan aceleyle kalktım. Zaten yemekleri de pek sevmemiştik.
Ağzımda maskem, kulağımda Fars ezgileri uzun çirkin binalar ve ağaçsız sokaklardan evime doğru yürümeye başladım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DENEMEMELER
RandomKendinizi ve hislerinizi korumak için kaçarsınız ya bazen. Bunu ancak incinmiş ve bir kez daha incinmekten korkanlar anlar. Eğer rüzgârda savrulurken teknenizi emanet edeceğiniz güvenilir bir limanınız varsa şanslısınız. O da yoksa fırtınada parçala...