Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
Bir bıçak aynı yarayı defalarca deşebilir, aynı acıya defalarca yaşatabilirdi.
Benim bıçağım tam karşıda duruyordu şimdi. Kendi yaramı henüz kendim kanattığım için bir kere daha deşilmeyi göze alamazdım. Hızla yerimden kalktım.
"Fezâ..." İsmimi söyleyen sesinde kesikler vardı. Kızarmış gözlerine baktım. Neden ağlamıştı ki? Anlattıklarımı duyduğu için olamazdı. Ona defalarca anlatmıştım bunları, bir kere bile dinlememişti beni. Şimdi de bir şeyin değiştiğini sanmıyordum.
Gözlerimi ellerimle silerken Cihangir'e döndüm. Kızarmış gözleri ikimizin üstündeydi. "B-benim gitmem gerek." gözlerine baktığımda içinde acımı görmek hoşuma gitmiyordu. Ben onun lacivert harelerinde boğulmayı seviyordum. Acıyla kanamayı değil. O gözlerindeki kızarıklıkları geçirmesi gerekiyordu.
"Fezâ." ismimi bir kere daha onun ağzından duyduğumda Cihangir'in cevabını beklemeden ilerlemeye başladım. Nereye gittiğimin bir önemi bile yoktu o an. Tek istediğim benden sadece ay olarak büyük olan ablamın gözlerine bakmamaktı. Çünkü gözlerine baktığımda gördüğüm şey, geç kalınmış bir inançtı.
Bana gerçekten inanmamış olsaydı öyle acı bakamazdı. Fakat içimde yıkılan hislerden anlıyordum ki, bu inanışın benim için bir önemi yoktu. Bana bu kadar yarayı açtığında ve hiçbirini kapatmak için uğraş vermediğinde tükenmiştim ona karşı. Artık bana inanıyor olmasının bir öneminin kalmadığını, bende yeni fark ediyordum. Ablam, asla kapanmayacak ve kanamaya devam edecek bir yaraydı artık içimde. Yarayı kapatsa izi kalırdı. Kendi izlerini kendinin bile geçiremeyeceğinin farkında değildi o an belki de.
Kolumdan tutulduğumda arkamı dönmek zorunda kaldım. İnce ve zarif bir beden boynuma sarıldı. Göz yaşlarım yanaklarımdan süzülüp süzülüp duruyordu ve onun da hıçkırıklarını duyuyordum. Kollarım iki yanımdan sarkıyordu ve üzerime yayılan koku; hayal kırıklığına aitti. Biz, böyle bir sonu hak etmiyorduk.
"Özür dilerim," diye hıçkırdı. "Özür dilerim. Kabul etmek istemedim. Fezâ, kabul etmek istemedim. Benim babam böyle biri olmasın istedim. Özür dilerim. Sadece onu kaybetmek istemedim. Kabul etmek istemedim Fezâ... özür dilerim."
"Bırak beni."
Daha sıkı sarıldı. "Bırakmam, özür dilerim. Gitme Fezâ, çok üzgünüm gitme... lütfen gitme."
"Bir önemi yok artık. Lütfen bırak beni." göğsüme gömdüğü başını kaldırıp kıpkırmızı gözleriyle baktı bana. "Çok özledim seni, bırakmak istemiyorum."
Ama bırakmalıydı. Cihangir'e baktım. Bakışlarımı anlayıp yanımıza geldi. Hale'nin kollarından tutup geri çekmeye başladığında zorlukla ayrılmıştı benden.
Cihangir'in kolları ağlayan ablama sarıldığında en azından onu teselli edecek olmasına sevindim. "Sen benim gerçekten ablam değilsin Hale. Ablalar kardeşlerine inanırlar. Onların yalan söylemeyeceğini bilirler. Sen hiçbir zaman benim ablam olamamışsın."
Arkamı dönüp yürümeye başladığımda yanaklarım tekrar ıslanmaya başladılar. Hale'nin hıçkırıklarını duyuyordum ama bakmaya el vermiyordu içim. Bir süre dümdüz yürümeye devam ettim.
Eve geldiğimde duvarlar buz gibiydi. Günün sonunda yine yapayalnız kalmıştım işte. Şaşırtıcı değildi ama üzücü olduğunu inkar edemeyecektim.
Son kalan gayretimle odama geçmeden önce gözüm duvardaki takvime takıldı.
Bu şehirde kalmak gün geçtikçe daha da zorlaşıyordu.