-24-

401 32 2
                                    


-24-







Babam anlatmıştı; bir yaşlarındayken Hanna ile beraber parka gittiğimiz vakit uçan balonları görür görmez ellerimi çırpmaya, sevinç çığlıkları atmaya başlamışım. Babam dayanamayıp sarı bir balonu satın almış ve elime tutuşturmuş, tüm günümü onunla geçirmişim, gökyüzüne yükselmesin diye bileğime gevşek şekilde bağladığı ipi hayat bağı bellemiş ve kahkahalarımı ona hitaben atmışım.

Akşam olup yuvamıza dönünce babam yorgun bedenimi koltuğa yatırmış, ip bileğime zarar verir endişesiyle balonu salonun ortasında serbest bırakmış ve onun tavana yapışmasını sağlamış. Balon, içindeki helyum gazının etkisiyle kendi ekseni etrafında dönerken işaret parmağımı havaya kaldırıp "Dönüyor." demişim.

Dönüyor.

Daha kelimeler dilime yakışmazken kurduğum ilk cümleyi karşılayışım böyle bir anının içinde saklı. Şimdi de pek bir şey değişmediğini görmek garip aslında, tek fark bu sefer dönüşünü dillendirdiğim şey; dünya. Dünya dönüyor.

Bir gece bir gündüz derken ilerliyor.

zaman.

Dünya, güneşin etrafında dönüyor; yılları peşimize takmaktan geri durmuyor.

Büyüyoruz.

Hayatı yıllara değil de, bastığımız yaşlara bölmeye başlıyoruz bir süre sonra.

18... Onca yaşadıklarıma inat, yaşayamadıklarıma; söyleyebildiklerime inat, söyleyemediklerime yöneldiğim, parmağıma batan dikenlere yara bandı yapıştırmayı unuttuğum ve kalbimin kırıklarına yenildikçe ruhumu uçurumlardan aşağı ittiğim yaş olarak günlüğümün sayfalarında vuku buluyor.

20... Artık uçan balonlar gülümsetmiyor benliğimi, pastama pervasızca dikilmiş mumları üflerken dilek dilemiyorum mesela, pencerenin önüne nice umutlarla yerleştirdiğim çiçek açmıyor ruhumdaki katliamı hissetmişçesine. Uzun saçlar meşalelerimi kapatmış yanmak pahasına, aydınlanmıyor geleceğim. Yaralarım külle kaplanmış, sadece acılarına aşinayım bulamıyorum somutluklarını. Alışkınım sızılara, ağlayamıyorum; tebessümüm kayıp, arayamıyorum; ruhum çatlak, sıvayamıyorum.

Ve 26... Burnuma yanık kokusu doluşuyor 14 Ocak sabahı, başımı kaldırıp kokunun kaynağına yöneliyorum ancak göğsüme serilmiş kadın kıpırdanınca etrafımı saran esans beni gerçeklikten koparıyor, fark edemiyorum göğüs kafesime fitili ateşlenmiş bir mum bırakıldığını, yağlı maddenin eriyip ruhumun çatlaklarına sızdığını...

Sonra bir adam çıkageliyor; önce bağımlılık yaratan kokusuyla uyuşturuyor zihnimi, sonra tapılası parmaklarıyla mumun fitilini söndürüp tırnaklarını içimdeki aralıktan esen yelin kalıplaştırdığı noktalara sürtüyor ve kazıyor kırıklarımın yabancıladığı maddeleri.

Geriye ben, bana varanlar, benden gidenler, benimle solanlar, beni öldürenler, çürük çicekler, kozasından ayrılamamış kelebekler, bülbülün yuttuğu güller, toprağa düşmüş papatyalar, kavrulmuş leylaklar, bal akıtılmış çatlaklar kalıyor.

Yirmi yedinci yaşımı ise boş ama süslü bir sandığa benzetiyorum; iyi veya kötü her şeyi içine alma kapasitesine sahip. İçine koyduklarımın varlığından haberdarım lakin gözüm görmüyor, kulaklarım duymuyor. Ta ki bugüne kadar...

Şimdi, Jungkook beyaz çarşafla bezenmiş hastane yatağında öylece uzanırken sandığın başına bağdaş kurarak oturmuş zifte bulandığı için bilinmez hale gelmiş güzel diye nitelendirdiğim olguları diğerlerinden ayıklıyor, temizlememin akabinde önüme diziyordum çünkü çıktığımı sandığım basamaklar Jungkook'un yeni karşısında belirmişken gücümü kazanmalı, kırık elmacık ve köprücük kemiklerini öpücüklerimle iyileştirmeli, çatlamaya yüz tutmuş ruhu kuytumun bir neferi haline getirmeliydim.

İ𝖓𝖈𝖔𝖒𝖕𝖊𝖙𝖊𝖓𝖙Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin