Bölüm 1: Beş Kırk Beş Vapuru

5.7K 212 142
                                    

CANHIRAŞ

"Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar:
Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir."

Lev Tolstoy

🫀

Bölüm 1: "Beş Kırk Beş Vapuru."

Uyan. Gözlerin açık ama sen hâlâ uyuyorsun. Zihnin kapalı ama biliyorsun. Uyan. Hayatının iplerini kendi eline al. Çünkü senden başka kimse sana acımayacak.

Uyan...

İçimde yarattığım kız, kulaklarıma ulaşan hoş sedayla büyük bir uyum içerisinde; zihnimin kurak, kararmış topraklarında rengârenk tüllerle uçuşuyordu. Kanat çırptıkça çırpıyor, gözlerime yeni bir renk cümbüşü hediye ediyordu. Kalbimin zeminindeki cam kırıklarının üzerinde, parmak uçlarında yükselerek narince yürüyen o kız bendim. Benim geçmişimdi. Yıllar boyu ölmemesi adına inatla benliğimde yaşatmaya çalıştığım o ruhtu. Kendimden artakalan yanımdı. Her şeyimi kaybettiğim çocukluğumdan kalan tek hatıramdı ve kaldıkça daha da acı veriyordu. Lakin ondan vazgeçemiyordum. Onu yaşatmalıydım çünkü.

Hem olmaması gereken hem de olmazsa olmaz şeyler olur ya... Acısı bile sevilen şeyler... O kız, benim için öyleydi. Nimet gibiydi, kutsaldı. Bana verilen son bir şanstı. Çünkü tenimde gezinmesini istediğim ellerin değdiği son beden, o kızdı. Ona aitti. Bense şimdi bambaşka biriydim. Ondan oldukça uzak ama ne kadar uzağa giderse gitsin, her yakarışın onun kulaklarında yankılanacağı kadar da yakın...

Koca bir labirentin içinde sarmaşıktan duvarlara çarpa çarpa koşuyordum şimdi. Onu arıyordum delicesine; her bir karışında, her bir metresinde. Sonuçsa hep hüsran, hep çıkmaz sokak, hep yanlış yoldu. Bir türlü bulamıyordum onu ama pes etmeyecektim. Hayatım boyunca hep koşacaktım. Niye mi? Ciğerlerime emarelerini bırakan o yangının soluk tenini, o kıza ulaştırmak için... Ulaştırmak ve ciğerlerimden söküp atmak için...

Koşacağım bu yüzden; adımlarım, onun cennetine varana kadar...

Sıkıca tuttuğum süt kupasına daha da sarıldı parmaklarım, o kızın avuçları arasında tuttuğu tüllere sarıldığı gibi. Çeşit çeşit renkli tüller, ev sahipliği yapıyordu bedenine ve bu, muazzam bir görüntüydü. Güzeldi, çok güzel. Gökyüzüne bakıyor ve o tüllerle kendine bir intihar ipi yaratıyordu. Hiçbir ölüm, bu kadar renkli olmamıştı içimde. Hiçbir zaman bu kadar güzel olamamıştım ruh-u beşerimde. Ben, ölümdüm. Ama buna rağmen onu öldürmeyecektim. Onunla yaşamayı öğrenmiştim. Onunla baş etmeyi, okuma yazmayı söker gibi zamanla sökmüş ve unutmamıştım. Sadece geçinemediğim şeyler vardı. Baş edemediğim, kaçtığım şeyler... Onların kokusu gibi...

Şimdi ise, yeni bir şehirde, başka bir gökyüzüne bakıyordum. Bu şehir, onların kokusunu barındırmıyordu. Tertemizdi... Ama yine de kaçamıyordum. Zihnimde yarattığım dünya, köşe bucak kaçsam da önünde sonunda beni buluyordu. Bu benim kaderimdi. Kaçınılmaz sonumdu.

İrislerim bir adım ötemdeki gerçek hayatın üzerinde dolaştı. Kalabalık caddeler, koşuşturan insanlar, ıslanıp umursamayan bedenler, her şeyden öte korkusuzca adım atabilen varlıklar... Bunların hepsi gerçekti. Peki ya ben? Ben benzemiyordum onlara, hem de hiçbirine. Bu şehir, bu kocaman şehir, acır mıydı bana? Yoksa yutar mıydı beni?

Sıcaklığından dolayı dumanlar yükselen beyaz kupanın içindeki süte indi bakışlarım. Üzerinde kaymak oluşmasını engellemek adına aceleci ama dilimin haşlanmamasına da özen gösteren bir tavırla küçük bir yudum aldım. Parmaklarımın hepsini etrafına sarmıştım, ısınıyordum bu sayede. Dışarıda yoğun bir tipi vardı, kar yağıyordu yeryüzüne. Bense hiç bilmediğim bir kafenin ahşap penceresinin kenarında oturmuş, alışmaya çalıştığım şehri izliyordum. Bu şehirdeki her şey, herkes yabancıydı bana. Keza ben de onlara...

SÜVEYDAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin