-Salim-
Mayıs ayının sonlarındaydık. Havalar bir hayli ısınmıştı. Yaz gelmişti ve bizim çocuklar çoğunlukla boş vakitlerini deniz kenarında geçiriyordu.
Sınavlar tam gaz devam ediyordu. Kendimi çoğunlukla derslere adadığım için kimseyle doğru düzgün vakit geçiremiyordum. Aklımı dağıtmak için elimdeki bu fırsata dört kolla sarıldığımı inkar etmeyecektim. İnsan bir karmaşada boğulurken, diğeriyle arasına az da olma mesafe koyabiliyordu. Veya en azından kendini kandırabiliyordu.
Geceler hariç. Hala hayatımdaki etkisi hemen hemen aynıydı. Kitap defter kapatıp, yatağa uzandığım anda, tüm o düşünceler beynime üşüşüyor, bir şekilde uykuya dalana kadar da zihnimi meşgul etmeyi başarıyordu.
Ama böyle yaşamayı bir şekilde öğrenmiştim. Onu görmemek de işleri kolaylaştırıyordu. Kolaylaştırmaktan kastım, yedi yirmi dört 'acaba nasıl olurdu?' sorusuyla yatıp kalkmıyordum. Özlediğim zaman hemen bir test açıp, içine gömülüyordum. Annem ve babam da sormaktan yılmışlardı. Her zaman dışa dönük çocuklarının bir anda kendini kapatması canlarını yakıyordu.
Ona gelirsek eğer... Sınavlara girdiğini biliyordum. O gün müdürle nasıl bir sohbet geçtiğinin detaylarını asla öğrenememiştim. Bunun için bir çabam da olmamıştı. Ama kayıtla ilgili yasal sorunlar olmadığını tahmin ediyordum. Sanırım ailesel sorunlardan kaynaklı, zaten okulun bitmesine de az kalmıştı, ek devamsızlık hakkı tanınmıştı. Yalnızca sınav saatlerinde okula gelip gidiyordu. Bu zaman zarfında bir kere bile karşılaşmamıştık.
Sanırım benim risk almayıp, özellikle sınav saatlerinde, günlerinde, sınıfı terk etmemem de işe yaramıştı. Pencere kenarındaki yerimi bile değiştirmiştim. Onu görürsem nasıl bir tepki vereceğimi kestiremediğim için, en güvenli yol buydu. Bara asla gitmiyordum. Bırak bara gitmeyi, evden doğru düzgün çıkmıyordum. Bir iki kere Gürbüzlerdeki toplaşmalara gitmiştim. Ama o kadar. Onun dışında yalnızdım.
-
"Oğlum bir görüş işte amına koyayım. Belki iyi olacak?"
Gürbüz'le yeni geldiğimiz kafede, kenar masalardan birine geçmiştik. Günlerden cumartesiydi. Beni zorla da olsa çıkmaya ikna edebilmişti. Annemin de bundaki etkisini yadsıyamazdım. Resmen kapı dışarı edilmiştim.
İki gündür aynı kızdan, adı Miray, bahsedip duruyordu. Gürbüz'ün uzaktan akrabasıymış. Aslında tek başına bu bile, görüşmemem için yeterli bir nedendi zira zerre isteğim de yoktu. Ayrıca kimseye haksızlık etmek de istemiyordum.
"İstemiyorum."
"İnsanların istedikleri şeylerle onlara iyi gelen şeyler tutmayabilir kanka, beni de filozof filozof konuşturdun ya helal olsun."
Kalbimin sıkıştığını hissettim. Ne zaman nerede olduğunu hatırlayamadım. Ama onun ağzından duyduğum kelimeler şimdi Gürbüz'ün ağzından dökülmüştü ve yine tek düşündüğüm o gür kirpiklerinin altındaki sert bakışlarıydı. "Ulan yine o mahzun bakışı takındın. Yalan mı oğlum? Bir şans ver işte."
Dudağımı kemirip kendimi ikna etmeye çalıştım. Belki de ta en başından beri haklıydı. Belki tüm bunları yaşamamın bir nedeni vardı. Böyle böyle öğrenecektim. İyileşecektim. Neler düşünüyordum şimdi? Bir kadere bağlamadığım kalmıştı. Yeni biriyle görüşmek şöyle dursun kimseye yaklaşmak istemiyordum.
"Amma düşündün lan. Evlenin demiyorum. İki bir şey içersiniz."
"Şu siparişleri verelim artık. Acıktım. Sonra konuşuruz tamam mı?" konuyu nasıl değiştireceğimi bilemediğim için en azından mideme bir şeyler girmesinde fayda vardı. İnatçı bakışlarını üzerimde tutmaya devam ettiği sırada, masanın başına gelen bedenle, ikimiz de aynı anda kafamızı çevirmiştik.
Üzerinde mekanın ambleminin olduğu bir tişört, elinde adisyon ve kalemle, dümdüz Gürbüz'e bakıyordu.
Öyle bir afallamıştım ki, ne gözlerimi üstünden çekebiliyordum, ne ağzımı açıp tek kelime edebiliyordum. Kalbim tanıdık bir gerilimle sarılırken, karnıma yine o bilindik kramplar giriyordu. Ne kadar uzaklaşırsak o kadar kolay iyileşeceğimi sanıyordum ya hani, hepsini unutun. Hepsi yalandı. Yine en başa sarmış gibi tüm duygular bir anda akın etmişti.
Gürbüz'ün şoktan sıyrılması daha hızlı olmuştu ki sanırım, az sonra sesini duydum.
"Apo? Ne yapıyorsun lan burada?" iki elini iki yanına indirip, hissiz bir sesle, "Sipariş alıyorum. Ne istiyorsunuz?" dedi.
"Ne zamandır?"
Boynunu gerip bir an bakışlarını başka tarafa çevirdi. Sonra daha sertleşen bakışlarını yine Güro'ya dikti. Tüm ifadesi 'sabrımı zorlama.' diye bağırırken, zorlanarak da olsa sonunda gözlerimi masaya çevirebilmiştim.
Ellerimi masanın altına çekip, parmaklarımı birbirine doladım. Ve en kısık, o nefret ettiğim sesimle, "Ben hamburgerle kola istiyorum." dedim. Çünkü Gürbüz'ün sorgusuna devam etmesi halinde, Apo'dan çok da hayırlı bir tepki alamayacağız gün gibi ortadaydı.
"Ben de aynısından alayım." hiç bekleme yapmadan masadan uzaklaştığında, zar zor arkadaşımla göz göze geldik. Aptala dönmüş ifadesinin aynısı benim de suratımdaydı. "Ne iş?" diye sorduğunda, başımı iki yana sallayıp, dizimi sektirmeye başladım. "Bilmiyorum."
"Oğlum bu çocuk sizin barda çalışmıyor muydu?" kalbim yerinden çıkacak gibi atarken, "Öyleydi." diyebildim.
"İşten mi attınız lan çocuğu?" dediğinde, sinir anında hücum etmiş, bakışlarımla gereken cevabı vermiştim.
Bir kaç dakika boyunca öyle sessizlik içinde oturup, ikimiz de kendi düşüncelerimizde boğulduk sanırım. Veya daha çok ben.
Neden burada çalışıyordu? Bardan ayrılmış mıydı? Son anda aklıma gelen düşünceyle kalbim korkuyla sarsıldı. Ya biraz önceki konuşmayı duyduysa. Tam o sırada tekrar masamıza gelip, elindeki içecekleri bıraktı. Gözlerimi yavaşça kaldırıp yüzüne baktığımda, inatla benimle göz teması kurmuyordu. Uzaklaştığında da omzumun üstünden kısa bir süre arkasından baktım.
"Fena sıçtık." daha ne oldu dememe fırsat bulamadan, mekanın kapısının açılma sesi duyuldu. Bir kaç saniye sonra, saçını at kuyruğu yapmış, aynı Gürbüz'ün gösterdiği fotoğraftakine benzeyen bir kız gelip, "Hoş geldim. Geç kaldım kusura bakmayın." dedi neşeyle. Gürbüz'e oturduğu bankta kaymasını söyleyip, direkt karşıma yerleştiğinde, ben salak bir ifadeyle ikisine anlamsız bakışlar atıyordum.
"Merhaba, ben Miray." elini uzatıp, elini sıkmamı bekledi. Ter içindeki avuçlarımla kızın elini hafifçe kavrayıp, elimi hemen geri çektim.
*
Devamı akşama...