2

3.5K 212 34
                                    

-Apo-
Cumartesi akşamı

"Oğlum, uyan hadi. Saat sekiz oldu." annemin derinden gelen yumuşak sesini duyduğumda, yorgana sıkıca sarılıp duvara döndüm.

"Abdullahım, canımın içi hadi kalk da çorba iç. Soğumasın hadi yavrum." yüzümü yastığa gömüp ölene kadar orada kalmayı dilesem de, Mihriban sultanın planı başkaydı.

Şefkatli sesini duyduğum anda bunu yapamayacağımı bilsem de bedenim narkoz almış gibi bir yorgunluğun pençesindeydi.

Oflayarak yorganı yüzümden çektiğimde gözlerimi açmak için bir süre daha beklemem gerekti. Sabahki uyanmamın aksine buradan kapı dışarı edilmiyordum. Ama oyalandığım her dakika başka bir bela olarak yüklenecekti sırtıma.

Teyzemin evindeki gibi sıcak bir odada uyanmamıştım. Ama kendi yatağında uyanmanın verdiği ince bir mayışıklık vardı üzerimde. İnsan çöplükte de yaşasa bir bağ kuruyordu eviyle.

Alışık olduğum soğukları bedenimi sararken, ölümcül bir yavaşlıkla kalktım yataktan. Hala kapının ağzından beni sevecenlikle izleyen anneme bakıp, saatler önce sandalyenin üstüne bıraktığım mavi kotuma uzandım. "Saat kaç dedin?"

"Sekize geliyor. Çorbanı masaya koydum. Hem de mercimek. Anasının kuzusunun en sevdiği. Hadi üstünü değiş hemen gel." başımı kısaca sallayıp, eşofmanımı üstümden sıyırmak için kapının tekrar kapanmasını bekledim.

Çıplak tenime vuran soğukla ürpersem de aldırış etmeden, değiştirdim üstümü. Bir duş alsam iyi olacaktı aslında. Ama mecalim yalnızca sürünerek kulübe gitmeye yetecek kadardı.

"Abdullahım babana da seslen oğlum." mutfaktan gelen çatal kaşık sesleri arasında, her zamanki koltuğunda, oturma odasında oturmuş, günlük haberleri yorgun gözlerle izleyen babama baktım. "Yemek hazırmış." elindeki kumandayı koltuğun yanına bırakmadan televizyonu kapattı. Peş peşe mutfak masasına yerleştiğimizde annem çoktan hazır etmişti sofrayı.

Sessizlikle geçen dakikaların ardından, ayaklanıp, sabahın köründe sürünerek girdiğim kapıdan tekrar çıkarken kendimi zerre kadar dinlenmiş hissetmiyordum. Annemin kapı eşiğinde kolumdan tutup, "Teyzende kalmışsın dün gece yine?" diye sorduğu soruya ters bir bakışla karşılık verip, montumun fermuarını çektim.

"Oğlum bak baban da çok bozuluyor artık. Enişteni de biliyorsun."

"Bir şey lazım olursa, mesaj atarsın." deyip arkasından kapıyı çektiğimde ve sokağa kendimi vurduğumda yine o huzursuz duyguların gelip karnımın üstüne oturmasına engel olamamıştım. Külliyen yalanla yaşayınca bu hisse bir miktar alışıyordu alışmasına insan ama içine sindirmesi öyle kolay olmuyordu.


*


"İki buzlu viski." barın arkasındaki yerimi alalı iki saat oluyordu. Karşımdaki çocuğun yüzüne bakıp, bardakları barın üstüne bıraktım.

Mekan açılalı henüz iki ay olmuştu ama civar ilçelerden bile herkesin akın etmesine engel olmamıştı bu. Yaklaşık bir saat süren otobüs yolculuğunun ardından varılan yani şehir merkezindeki yeni gece kulübünün sahibinin İstanbul'da da hatırı sayılır sayıda işletmesi varmış. Anladığım işler değildi. Kararı rüzgar veriyordu, ben de öyle sürükleniyordum. Ama bir önceki çalıştığım köhne yere göre kabul etmeliydim ki burası cennet sayılırdı.

Tempomu yavaşlatmadan çalıştığım saatlerin sonunda müzik de artık kulağımı eskisi kadar tırmalamıyordu. Alnımdaki teri elimin tersiyle silip, bardakları doldurmaya devam ettim. "Hatunları gördün mü? Köşeye bak." çalışanların en densizi ile vardiyam denk gelmişti. Metin sırıtarak çenesiyle barın olduğumuz tarafındaki köşesini gösterirken kafamı kaldırmaya bile tenezzül etmedim. "Oğlum hatun rahat sekiz." Kendi aralarında yaptıkları bu puanlamayı da kafam almıyordu zaten. Elimdeki shakerı sallarken çapraz köşedeki kız da dikkatle beni süzüyordu.

"Gençler ebemiz sikildi bu gece. Ben bir beş dakika sigaraya çıkacağım." Omzumdaki eli silkip yalandan sırıttım. "Şurayı hafifletelim beraber bile çıkarız kardeşim."

Diğer vardiya arkadaşım, kaytarmakla ün salmış olan Fuat'ın asık suratına bakıp sırıttım.

"Patron bugün mekana uğrayacakmış diye duydum. Sonra bana teşekkür edersin." Çocuğun büyüyen göz bebekleri mesajı aldığını işaret ederken, elimi havluya silip barın diğer ucuna ilerledim.

Belki başka biri olsaydı loş ışıktan ve aşırı kalabalıktan hemen seçmesi o kadar kolay olmazdı. Ama bir çift yeşil göz, her zamankinin aksine bu sefer gözlüksüz olarak beklentiyle olduğum yöne bakıyor, tek elini dayadığı bara yaslanmış, diğer elini de bana doğru sallıyordu.

Bir anlık şok dalgasıyla duraksayan adımlarımı tekrar harekete geçirmeden önce ağız dolusu bir küfür savurdum.

Daha iki aylık mekandı ve bir saatlik mesafede çalışmayı seçmemin en önemli nedeni okuldan birileri ile karşılaşma ihtimalinin oldukça düşük olmasıydı. Zaten vardiyalarımı daha çok hafta içi günlerde olacak şekilde ayarlamıştım ama şimdiden aşırı kalabalık yüzünden ek mesai almak zorunda kalmıştım.

Yüksek bara abanmış bir şekilde tam önüne varana kadar beni çağırmaya devam eden çocuğun suratına attığım bakışlar aynı karşılığı hemen bulmadı. Bunu için bir açıklamam da yoktu.

O kadar da kör olamazdı sonuçta. En dibine varana kadar da böyle düşünmeye devam ettim. Ama aramızdaki mesafeyi yoka yakın kapattığımda ilk önce kısılan sonra şokla büyüyen gözleri benim düşündüğümden daha çok kör olduğunu söylüyordu.

Sonunda kim olduğumu idrak ettiği anda düşen suratına bakıp, kendime sabır diledim.

Onca insan arasından onunla karşılaştığımıza inanamıyordum. İnsan ömrünü yıpratan türde bir baş belasıydı.

"Apo?" Saçlarını tepesinde toplamıştı ve gözlerinin içi sanırım merakla parlıyordu.

"Ne yapıyorsun burada?"

Omzumdaki havluyu sol tarafa atarken, ciddi ciddi ona göre çok mantıklı olan sorunun cevabını beklediğini görüyordum.

"Gördüğün gibi diyeceğim ama belli ki ağır körsün."

"Ulan hayal mi görüyorum? Kabus mu? Sen de şuradaki çirkin suratlı sırığı görüyor musun?" Yanındaki kıza doğru eğilse de, bakışları hala benim üzerimdeydi. Kız da kıkırdayıp "Pek de çirkin değilmiş aslında." dediğinde yüzünü buruşturdu.

"Allahım şansıma bak. Anlamadım ki ben, burada mı çalışıyorsun?" Sıkıntıyla başımı eğip sakin kalmaya çalıştım.

"Sipariş verecek misin?"

"Ses de onun sesi. Şöyle bir yaklaşsana yanağını sıkacağım." Elini bana uzatıp çağırdığında sabır dilendim. Ama tabii bizim sesimizi duyan yoktu.

"Tipe bak. Acayip gerildin." alaycı sesiyle beraber de gömebilirdim aslında. Ama mekan uygun değildi.

Akıntıya yeterince ters yüzmüşken şimdi boş yere sığ sularda boğulmaya niyetim yoktu.

"Ne içeceksin?" Sert sesimle anlık bir tereddütle duraksayıp tekrar kendini öne çekti.

Yüzündeki nefrete baskın gelen o haylaz merakı şimdi daha net okuyabiliyordum. Ama kimseyle uğraşacak halim yoktu. Çenesini açıp okulda saçma sapan konuşma ihtimali de vardı tabii.

"Ne önerirsin? Uzman sensin?" Gözlerine bakarak sırıtmaya çalıştım. Artık ne denli başarılı olduğumu bilemiyordum.

"Zehir. Sek mi olsun buzlu mu?"

Benzer bir ifadesini daha önce görmemiştim. Şokla aydınlanmış suratı bir türlü ciddileşmiyordu. Ne dersem diyim keyfinin kaçmayacağı da aşikardı. Yakalanan bendim. Sırrı olan bendim. Yalan yumağında debelenen de bendim. E yüzü düşen de ben olacaktım elbette. O ise önüne sürülen yapbozu çözmeye çalışan afacan bir veletten başka bir şey değildi.

Afallamakta çok da haksız sayılmazdı zira. Sonuçta gittiği okuldaki en zengin ailelerden birinin oğlu, puşt Apo, böyle bir mekanda tam olarak ne sikim yapıyordu' merak ediyordu.


*

💋lav yu canımlar

Sen Aydınlatırsın GeceyiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin