Bölüm 18

71 13 12
                                    


Kapıları çalan benim, kapıları birer birer

Gözünüze görünemem, göze görünmez ölüler

Hiroşima'da öleli oluyor bir on yıl kadar

Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar


Aynı binanın bir üst katında hayli yaşlı bir adam olan Nazım sigarasının dumanı ardına saklanmış buğulu gözlerle elindeki polaroid resme bakıyordu. Masasının üstünde duran eski dizüstü bilgisayarından açtığı, sözleri Nazım Hikmet'e ait şarkı gün boyu televizyonda gördüğü anlamsız savaş görüntülerinin üstüne melankolisini iyice artırmıştı zaten. Mucizelerle dolu, masallardan çok daha fantastik bir dünyada yaşayan ama buna rağmen onu cehenneme çeviren insanlardan her gün biraz daha tiksiniyordu. Şarkı devam ettikçe tiksintisi artmasına rağmen yüreğinde garip bir merhamet de yükselmeye başladı.

Çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler!

Bu mısraları duyunca her şeye rağmen bir şansı olmasını dilerken buldu kendini. Dünyayı daha güzel yapmak için bir şansı. Diğer insanlar bunu çok sınırlı şeylerle düşleyebilirken o çok daha fazla ihtimalin bu dünyada saklı olduğunu biliyordu nihayetinde.

Ama... Ama onun görevi belliydi ve tek bir tane olabilirdi. Esas koruması gereken tek bir şey vardı. Korumalıydı onu zira her şey ne olursa olsun aynı şekliyle devam etmeliydi.

Acı çekecek ve çekmeye devam edecekti. Bunun dışına çıkamazdı. Yıllar önce ona dendiği gibi "Kimse tanrı değildi" öyle ya.

Rafları kitaplarla dolu odasında kendisi için alışıldık olsa da dışarıdan bakıldığında son derece rahatsız edici bir karışıklık vardı. Kendisinden başka kimsenin okumayı beceremediği el yazısı ile yazılmış uzun notlar, ne zamandır orada beklediği renklerindeki sararmalardan belli olan eski gazete ve dergiler, duvarlara yapıştırılmış ama asla görevlerini yapmayı becerememiş hatırlatıcı notlar...

Ne için orada olduklarını onun bile unuttuğu ıvır zıvırlarla dolu bu odayı cılız sarı ışığı ile tek bir ampul aydınlatmaktaydı. Sigara dumanları ışığın etrafına özellikle çekiliyor orada dans ediyor gibiydi. Odanın toz toplayan tüm karışıklığı içinde yaşayan bir insandan çok oraya ait bir eşya gibi görünüyordu. Belki de öyleydi hatta. Artık o odadan o kadar az dışarı çıkıyordu ki diğer eşyaların bir zihni olsa mutlaka Nazım'ı da kendileri gibi bir eşya sanırlardı.

Sigarasından her duman çekişinde ciğerleri biraz daha daralıyordu artık. Bunu çok iyi hissedebiliyordu. Hiçbir zaman çok sağlıklı biri olmamıştı zaten ama artık yaşı da bir hayli ilerlemişti. Günden güne artan unutkanlıkları da bunu fazlasıyla belli ediyordu. Yaşlanmıştı Nazım. Gerçi kaç yaşında olduğunu nicedir kendisi bile hatırlamıyordu aslında. Öyle ki bu unutkanlık belki de canından bezdiren diğer unutkanlıkları arasında iradesi ile yaptığı tek unutkanlığıydı. İnsan yaşını unutur ise hiç yaşlanmaz diye bir laf duymuştu yıllar yıllar önce. Normal bir insan bu sözü en fazla birkaç dakika ciddiye alır sonra bir daha anımsamazdı belki de. Ama Nazım kesinlikle "normal" biri değildi tabii. Zamanın ve yaşlanmanın ne kadar insandan insana değişen bir şey olduğunu çok ama çok önceleri fark etmişti. Zaman sadece bir algıydı ve onu unutursanız belki de çok daha yavaş geçerdi kim bilir?

Öyle yapmıştı Nazım da. Yılları ve yaşını unutmuştu bile isteye. Önceleri çok kolay olmamıştı bu tabii. Ama özellikle o günden sonra istese de hesaplamak için biraz kafa yorması gerekiyordu artık. Zira onun yaşını klasik metotlarla hesaplamak da imkânsızdı. İçinde bulunduğu yılı doğum yılından çıkardığında yaşını bulur insanlar. Oysa Nazım için durum hiç bu kadar basit değildi. Tam 47 yıldır!

Hafif uzamış düz saçlarında hâlâ tek tük siyahlar göze çarpmakta, bu saçlardaki gümüşi grilik giderek yerini dolunayın ışıkları gibi saf bir beyazlığa bırakmaktaydı. Beyaz teninde lekeler ortaya çıkmaya başlamış, gözlerinin çevresinden ilk kez kendini belli eden kırışıklıklar artık tüm yüzüne yayılmıştı. Yaşlıydı ve giderek daha da çok yaşlanıyordu. Bildiği tek şey buydu artık yaşıyla ilgili.

Bilgisayardan açtığı şarkı sonuna gelmiş, ekran donuk bir halde öylece duruyordu. Elinde tuttuğu eski polaroidden gözünü ayırmadan bir sigara daha yaktı. Gözlerinden sızan yaşlar usul usul yere düşerken yan odada uyumakta olan oğlunu düşündü. Duraksadı birden, gözlerini kıstı yarım ay şekilli gözlüklerinin ardında. Yoksa torunu mu demeliydi? Doğru ya ona torunum demeye karar vermişti ilk andan beri. Oğlu olması için çok yaşlıydı. Böylesi çok daha uyumlu olurdu.

"Zamanı gelmek üzere..." diye geçirdi içinden tıpkı kilometrelerce uzaktaki o akıl hastanesinin başhekimi gibi. "Zamanı gelmek üzere!" diye tekrarladı. Bu savaş, bu günler, bu tarih... Her ne kadar çoğunu unutmuş olsa da bazı şeyleri hatırlıyordu. Az kalmıştı yeniden başlamasına ve yeniden bitmesine. Tüm acıların torunu için sıfırdan başlamasına ve... Ve Nazım için sonsuza kadar bitmesine.

"Zamanı gelmek üzere" dedi bu sefer adeta gülümseyerek. Ayağa kalktı usulca. İçerisi sahiden sigara dumanına boğulmuş haldeydi. Pencereye doğru yürümeye başladı küçük adımlarla. Birkaç küçük öksürük adımlarının daha da zayıf bir halde yere basmasına neden olmuştu. Elinde tuttuğu resim birden kaydı parmakları arasından.

Resim yere düşerken Nazım dudaklarını ısırdı elinde olmadan. Buna izin veremezdi. Düşmeden yakalamalıydı o resmi. Hemen uzandı onu havada yakalamak için ama kemikleri müsade etmedi buna. Önce belinden küçük bir çıtırdı hissetti sonra da kolunun uzatmak istediği yerin ancak yarısına kadar uzanabildiğini. Bir kez daha öksürmeye başladı sonra. Artık bacakları onu dengede tutmaktan çok uzaktaydı. Birden ayaklarından biri kırılan eski bir sandalye gibi büyük bir gürültüyle düştü yere. Hâlâ dudaklarını ısırmaktaydı.

Kahretsin dedi öfkeli bir sesle. Resmi hemen eline aldı bedeni hâlâ yerdeyken. Bir daha baktı ona. "Keşke..." dedi sonra... "Keşke hafızam bu kadar zayıf olmasaydı."


----------

SAVAŞLARIN SON BULDUĞU BİR DÜNYANIN HAYALİYLE HERKESE SONSUZ SELAMLAR

YENİ BÖLÜM YARIN KARŞINIZDA OLACAK. 

LÜTFEN BEĞENİ VE YORUMLARINIZI BİZDEN ESİRGEMEYİN.

Geleceğin GölgesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin