Bölüm-39

27 4 20
                                    

"Yaşamayı öğretmek mi?" diyerek gözlerine baktım. Susuyorduk, bu suskunluk ikimizde de ağır ve zor yüklere neden oluyordu.

"Sen yaşamıyor musun?" dedi. Sadece sürekli çözemediği şeyleri gözlerime bakarak anlatmaya çalışıyordu, bana susarak kendini anlatmaya çalışıyordu fakat artık bunun için zamanımız yoktu.

"Atlas, konuşsana artık." dedim. İki elimi de yanaklarına koyup sıktım. Bu haliyle dünyanın en ciddi adamını bir hokkabaza çevirmiş gibiydim, kendimle gurur duyuyordum. Sanırım sevgi böyle bir şeydi.

"Ne anlatacağım ki?" dedi. Birkaç saniye durdum, ellerimi göğsüne götürüp avucumun içini kalbine dayadım. Hızlıydı, çok hızlı atıyordu. Sonra onun da avucunu alıp, kendi kalbinin üzerine koydum. "Bak yaşıyorsun." dedim. Boşta kalan diğer elini de kendi kalbimin üstüne koyup "Ben de yaşıyorum." diye devam ettim.

Öylece gözlerime bakıyordu, yağan karın önünde koca bir elma şekeri gibi duruyordu. "Elma şekeri ve kestane yemeliyiz." diyerek elinden tutup peşimden sürükledim.

Akdeniz günleri bitmişti. Atlas benim yuvamdaymış gibi hissediyordum. "Kıvırcık sevgilim?" dediğinde duraksadım. Gerçek hayatta bana sevgilim demesi çok farklı hissettiriyordu.

"Sence o balkonda, o şarabı içer miyiz?" diye devam etti. Hâlâ yürüyorduk, ben önden yürüyor ve onun elinden tutuyordum; o da kendini peşimden sürüklüyordu. İyiydik, bu halimizi seviyordum. Bu ana hapsolmak istiyordum.

"O balkonda, o şarabı içtiğimizde her şeyi bitirelim." dedim. Sesim düşündüğümden ciddi çıkmıştı. "Kıvırcık sevgilim?" diye tekrar sordu.  Bir çocuk gibiydi, sanki buraya gelmeden önce tüm yetişkin özelliklerini bırakmış öyle gelmişti.

"Efendim balım?" diye sordum.

"Özür dilerim." dedi. Fısıldar gibi söylemişti bunu, bu özürün altında yüzlerce anlam var gibiydi. Sanki tek bir şey için özür dilemiyordu.

"Öylesine bir özür değildi, değil mi?" diye sordum. Adımlarını durdurduğu için ona uyum sağlamak zorunda kalmıştım, hâlâ üst geçidi geçmeyi bitirmemiştik. Arada birkaç kişi bize bakarak yanımızdan geçip gidiyordu.

"Ben ölmek istedim." dedi. Birkaç saniye duraksadım. İlk kez kendini tamamen bana açıyor, gibiydi.

"Kıvırcık sevgilim?" dedi tekrar.

Sadece "Hm?" diyebildim. Sanki yıllardır geriye attığımız şeyler artık gün yüzüne çıkıyordu.

"Ben mutlu olmuyorum diye yapmıyorum bunu, olamıyorum. Yemin ederim." dedi. "Şu an, bunu burada konuşmasak?" diye mırıldandım. Gözlerime doğrudan bakarken "Birkaç adım daha atarsak gerçek Atlas tüm cesaretini kaybedecek." dedi.

Yine sırtımızı tırabzanlara yasladık. "İnsanların mutluluklarına içim gidiyor, biliyor musun?"

"Atlas, zorlanıyorsan yapmayalım sevgilim. Yemin ederim sorun değil, ben seni suçlamıyorum. Buraya geldiysen seni nasıl affetmeyeyim?" diye peş peşe konuşacakken avucunu dudaklarımın üstüne kapattı. "Kıvırcık sevgilim, lütfen?" dedi.

Sustum ve geri yaslandım, bir yanım onu dinlemek için çırpınırken bir yanım duyacaklarımın tatsızlığına hazırlanıyordu. "Bari bir yerde otursak? Üşüyorsun." dedim. Omuz silkti, cesaretini mi kırıyordum bilmiyordum. O yüzden avucumu suratına koyup "Kıyamıyorum işte, anla beni." dedim ve ellini tuttum. Ondan sonra ne ara ikimizin eli de benim cebime girmişti, bilmiyordum bile.

"Bazen sadece birinin beni dizine yatırıp üzgünsün, ben de üzgünüm diyip sarıldığını hayal ediyorum." diye konuşmaya devam etti, anlaşılan bugün tüm cesaretini toplamıştı. Üst geçitten indikten sonra karşıdaki pastaneye doğru yürümeye devam ettik. Uzun ve gerici bir sessizlik olmuştu aramızda.

"Açsın değil mi? Ne zaman indin otobüsten? Çay, poğaça yapalım şimdilik. Olmazsa çorbacıya da gideriz." diyerek suratına bakmaya devam ettim, gözleri ihtiyacım olan yemek değil diye bağırıyordu. Fakat onu fiziksel anlamda çok daha önemsiyordum şu an. "Bakma bana öyle sevgilim, dinleyeceğim seni ama yemek yerken; tamam mı?" dedim.

Çocuk gibiydi, gerçekten tüm saflığı ile karşımda duruyordu. Gözleri onu dinleyeyim diye bana yalvarıyordu. Ve tam o an fark ettim ki, Atlas hiç dinlenilmemiş bir çocuktu.

"Kaçta indin otobüsten, gerçi otobüsle mi geldin?" diye sorduğumda küsmüş gibi omuzlarını kaldırıp indirdi "Dersine göre ayarlamıştım."

Sesi kırgın çıkıyordu, onun bu yönünü yeni yeni keşfediyordum. Sipariş verirken "Nerede kalacaksın? Seni KYK'ya sokamayız ki?" dedim. Umursamaz bir şekilde mırıldandı "Öğretmen evinde iki günlük rezervasyonum var."

Küsmüştü, gerçekten benim sıcak kollarıma ihtiyacı vardı. "Atlas, ben buradayım. Hadi anlat, ama gözlerindeki o ifadeler olmadan." dedim. Ufak temaslar etmeye, onu sakinleştirmeye çalışıyordum. O, bugün son çare olarak benim yanımdaydı. Fakat bu beni kullandığı anlamına gelmiyordu, beni hayatının merkezi haline getirdiği anlamına geliyordu.

"Deniz?" dedi simidiyle uğraşırken. İştahı kapanmış gibiydi. Zaten pek de zayıf görünüyordu. "Yemeğini ye." diye ikaz edip ağzıma bir dilim daha simitten atarken konuşması için kafamı salladım.

"Beni gerçekten olduğum gibi mi kabul ediyorsun?" dedi.

"Atlas, sen beni olduğum gibi kabul ettiğin için ben de seni ediyorum ya!" dedim.

"O zaman neden bitirelim dedin?"

Kendimi suçlu mu hissettirmeye çalışıyordu, yoksa kendi hatasını mı öğrenmeye çalışıyordu emin değildim. Onun kafasının içindeki düşünceler çok da doğrudan düşünceler değildi.

"Çünkü seni olduğun gibi kabul ettiğimi, kabul etmiyorsun." dedim. Bir süre ne dediğimi anlamamış gibi suratıma baktı.

Sivitinin kolunu kaldırdığında sağ kolu tamamen gözler önündeydi, bilerek yapmıştı. Bu sefer sormamı istiyordu. Bir şeyden kaçtığı yoktu, korktuğu yoktu.

"Sormamı bekliyorsun değil mi?" dedim. İşaret parmağımı üç küçük yarada gezdirdim, tenine bile dokunmaya kıyamıyordum.

"Biliyor musun, insanlara bir şeyler anlatmayı bırakalı yıllar oldu. Ama sana her şeyi anlatmak istiyorum, hem de tam şu an." dedi. Yara izlerini okşamayı bırakıp zeytinli poğaçadan bir dilim kopardım ve ağzına doğru uzattım, etrafa baktı; elimden alıp çiğnemeye başladı. Sanki zorla çiğniyor gibiydi, yemeye çalıştığı şey bir avuç çiviymiş gibi.

"Aslında artık herhangi bir anlam düşüncesini kaldıramıyorum artık."

Bir süre sustuk "Deniz, ben böyle yaşamayı hiç sevmedim." dedi ilk kez en dürüst haliyle. Kafasını eğip az önce benim ona yaptığım gibi parmağını yara izlerinde gezdirdi, ahşap kahverengi masaya bir damla gözyaşı damlayıp düştü.

"Atlas, kaldır kafanı." dedim ve kafasını kaldırıp bir peçete uzattım. Sessizce aldı ve burnunu sildi. "Ağlarken çok çirkinsin." dediğimde ağlarken güler bir ifade aldı suratı. "Buradan çıktıktan sonra sana sarılacağım."

"Baksana, aramızda altı yüz kilometre yerine iki adım var hâlâ sarılamıyoruz." dedi ve burnunu bir kez daha sildi.

Sonraki dakikalar sessiz geçti, simitlerimizi kemirirken birbirimizi seyrettik. Meşgul olup olmadığını konuştuk, hayattan konuştuk, elma şekerinden ve kestanaden konuştuk. Buna ihtiyacımız vardı çünkü yorgunduk, sadece Atlas değil; biz yorgunduk çünkü artık Atlas'la biz olmayı öğrenmiştik.

BALIMHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin