Nihayet cehennem gibi sıcak bir o kadar yapış yapış ve sokakları deniz kokan İskenderun'dan ayrılmış ve Bilecik denen bu küçük dağ şehrine gelmiştim. Her yer koyu yeşil adeta siyaha çalan renkleriyle insanı büyüleyen çam ağaçlarıyla çevriliydi. Gökyüzü açık, masmavi gülümsüyordu. Derin bir nefes aldım:
- Ah çok güzel.... dedim inleyerek.
-Güzel olan ne? Dedi babam.
Bu soruyla kendime geldim. Babamın yanımda olduğunu tamamen unutmuştum.
-Hiç... dedim. Bu hiç öyle çok şey barındırıyordu ki içinde aslında her şey demekti. Çok uzun konuşmak istemediğimde hep bu kelime imdadıma yetişirdi.' 'Hiç'' güzel bir kelimeydi.
Biraz daha ilerleyince okul bahçesine varmıştık. Tam da korktuğum gibi 45 derecelik bir yokuş vardı karşımda. Çok yorulmuştum ve son nefeslerimi de yokuş için harcamıştım. Nihayet görkemli okul binası karşımdaydı. Yüksek bir binaydı ve geniş bir bahçesi vardı. Bahçenin etrafı büyük çam ve ardıç ağaçlarıyla çevrelenmişti. Etrafta öğrencilerin oturabileceği çardaklar ve banklar vardı. Birden kalp atış hızım değişti ve nabzımı hissetmeye başladım.
-İşte senin okulun.
Elindeki bavulu elinden bırakıp yorgun sesiyle konuşuyordu babam.
-Hadi odama çıkalım. Dedim.
Heyecanla ve merdivenlere doğru koşturmuştum ki etten bir duvar beni durdurdu. Burnum acı bir parfüm kokusuyla dolduğunda başımı kaldırdım. Uzun siyah kirpiklerin arasından bir çift siyah inci bana gülümsüyordu.
-Afedersiniz dedim.
Zor da olsa kendimi uzaklaştırdım ve bir adım geriye çekildim. Uzaktan bir kez daha baktım ve manzara daha da güzelleşmişti sanki. Uzun boyu, zayıf vücudu ve kulaklarına kadar inen düz siyah saçları ile muhteşemdi. Yanılmıyorsam 18 yaşlarındaydı yakışıklı duvarım.
-Sorun değil dedi kendisinden beklenmeyen tok sesiyle. Nöbetçi öğretmen arkadaki odada. Önce onu görmelisin.
Az sonra babamın sesiyle arkama baktığımda çoktan öğretmenle konuşmaya başladığını gördüm. Teşekkür etmek için tekrar ona döndüğümde koskoca bir boşlukla karşılaştım. Şaşkın bakışlarımı koridora çevirdim ama kimse yoktu. Koşarak babamın yanına gittim.
Nöbetçi öğretmen odasında, masada oturan kadın gözlüklerinin altından bana baktı:
-Henna sen misin? Dedi bir taraftan da beni baştan aşağı süzüyordu.
-Evet.
-Bilecik Sağlık Meslek Lisesine hoş geldin. Ben tarih hocanız Nihal Duman umarım iyi anlaşırız dedi.
Kısa siyah saçları, esmer teni ve çatık kaşlarıyla daha çok bir erkeği andırıyordu. Orta yaşlarda ve hafif tıknaz vücudu masanın arkasında neredeyse kayboluyordu.
-Oda numaran 206 gidip yerleşebilirsin dedi. Gözlüğünü düzeltip bakışlarını babama çevirdi. Artık Henna bize emanet gözünüz arkada kalmasın. Okulumuz gayet disiplinlidir ve bu yaştaki çocuklarla gerektiğinde baş etmesini biliriz.
-Teşekkürler hanımefendi. Bu beni rahatlattı. Gerçi Henna uyumlu bir çocuktur size sorun çıkarmaz dedi bir gözüyle bana baktı onaylamamı istercesine.
Ayaklandık ve odama giden merdivenlere yöneldik. Az önce olanlar tekrar aklımda canlandı. Kimdi o çocuk?
Kapının kolu elimdeydi ve çok merak ediyordum odamı. Kapıyı açar açmaz yan yana üç yatak dikkatimi çekti. Karşıda boydan boya büyük bir pencere vardı. Gün ışığı olanca güzelliğiyle odaya dolmuştu. Kapının bulunduğu duvarda üç elbise dolabı sıralanmıştı. Önce başım sonra vücudumun kalanı sessizce içeri girdi ve odayı kaplayan havaya dahil oldum. Bütün bu anlar adeta ağır çekim gerçekleşmişti. İlk ben geldiğim için istediğim yatağı seçebilirdim ve pencere kenarındaki yatağı seçtim. Yatarken gökyüzüne yıldızlara bakabilirdim. Her yatağın yanında bir etejer de vardı. Ufak tefek eşyalarımı oraya koydum. Babamla beraber bavulu dolabın birine yerleştirdik. Sonra aşağıya indik.
Zemin kat girişte üst sınıflardan olduğu belli olan iki kızla karşılaştık. Sarışın ince hatlı, açık kahve gözlü kızın adı Akile, kumral, küt saçlı kızın adı da Andaç'tı. Lisenin 2. sınıfındaydılar. Bize yatılı okulda ihtiyaç duyabileceğimiz eşyaların listesini verdiler. Teşekkür edip yanlarından ayrıldık.
Akile'nin bakışları hoşuma gitmemişti, baygın baygın bakıyordu. Sarı saçları sırtına kadar dökülüyordu ve pürüzsüz denecek kadar düzdü. Yürürken her an düşecek gibi salınıyordu. Kendi güzelliğinin farkındaydı ve konuşurken dudakları kıvrılıyordu.Andaç daha iyi bir kıza benziyordu. Kumral dalgalı saçları omuzlarına varmadan bitiyordu ve diğerine göre ağır, yardımsever bir bakışı vardı. Bu düşüncelerle çarşıda ilerliyordum.
Babam alışveriş yaparken ben de şehri keşfediyordum. Bir tepe üzerinde kurulmuştu. Tam ortadan geçen işlek bir yol şehri ikiye bölüyordu. Şehrin merkezi bu yoldu. Küçük bir şehirdi, eşyaları ararken çarşı hemen bitivermişti. Nasıl olsa dört sene buradaydım ve bu şehri keşfetmek için yeterince uzun zamanım var diye düşündüm.
Dört sene çok ama çok uzundu. Babamdan ilk kez ayrı kalacaktım ve bu düşünce beni kederlendiriyordu. Heyecanla karışık korku yüz ifademe yerleşmişti. Alışverişin bitmesini hiç istemiyordum ama çabuk bitmişti. Tekrar okula geldik ve bu eşyaları da yerleştirdik. Ayrılık vakti gelmişti ve boğazıma bir şey düğümlenmişti ama ağlamak istemiyordum. Sonunda hiç istemediğim vedalaşma anı gelmişti.
_Henna seni ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun değil mi?
_Evet ben de seni seviyorum.
_Seni burada bırakmaya gönlüm razı gelmiyor ama mecburuz.
_Biliyorum.Dedim başımı aşağıya indirerek.
_Şimdi gidiyorum ama gözüm arkada değil. Çünkü sana güveniyorum.Şimdiye kadar beni hiç mahcup etmedin.Ama yine de dayanamazsan bana alo de. Hemen gelip seni alırım.
_Tamam sen merak etme dedim ve babama sarıldım.
Başımı omuzuna gömdüm ve baba kokusunu içime çektim. Onu her özlediğimde bu koku beni rahatlatır mıydı?Hiç anne kokusu duymayan ben babamı annem gibi görüyordum.Ondan ayrılmak üzere olmak çok üzücüydü. Ağlamak istemiyordum.Eğer ağlarsam babam dayanamaz beni alıp götürürdü.
Babamı bahçe kapısına kadar geçirdim ve o gözden kaybolunca boğazımdaki düğümü çözdüm ve hüngür hüngür ağlamaya başladım.Sanki içimde bir okyanus vardı ve taşıyordu.Sakinleşene kadar artık babamsız kalan manzarayı izledim.
Bu koca okulda yalnız kalmıştım. Üstelik okul boş sayılırdı. Yaz tatilinden daha çoğu kişi gelmemişti. Etrafta tek tük öğrenci vardı. Her zamanki gibi babam acele edip beni erkenden getirmişti. Hep telaş yapardı zaten.
Tekrar 206 numaraya gelmiştim. Üzerime daha rahat kıyafetler geçirip yatağın üzerine bağdaş kurup oturdum. Belime kadar gelen dalgalı kızıl saçlarımı sağ omuzumun önüme döktüm ve onlarla oynamaya başladım. İsmimin anlamı da buradan geliyordu. Henna ''kına tozu'' demekti. Saçlarım kınalı gibi kızıl olduğundan bu adı bana yakıştırmıştı annem. Ah.. annem ben 3 yaşımdayken ölmüştü ve ondan bana ismim hatıra kalmıştı. Saçlarımla oynamak beni rahatlatıyordu. Her şey çok çabuk olmuştu sanki 14 saatlik otobüs yolculuğundan ve yüreğimin ağırlığından uykum gelmişti ve kıvrılıp orada uyuyakaldım.
-İstemiyorum hayır bunu bana yaptıramazsın! Diyordu bir ses çok tanıdık gelmişti ve uykumu bölmüştü.
Uyuşukluk hala bedenimde gezinirken, ayaklandım ve kapıyı açtım. Koridorda Nihal hanım ve O vardı. Sabah çarptığım çocuk oradaydı ve öfkeli sesiyle Nihal hanıma bağırıyordu. Boyu uzun olduğundan hafif öne doğru eğilerek konuşuyordu ve her ikisi de beni hala fark etmemişlerdi.
-Tuna bunu bana yapma!! Bunu annene yapma!!
Bu son duyduğum ağzımı sonuna kadar açmama ve tuhaf bir ses çıkarmama, aynı zamanda fark edilmeme de neden oldu......
ŞİMDİ OKUDUĞUN
HENNA
ChickLitGüvercinin boynundaki o kırmızımtırak tüyler vardır ya, bir kere taktı mı güvercin o tasmayı boynuna başka birisini sevemezmiş, ama bazen fazla sevgiden güvercinler birbirlerini de öldürürlermiş, birbirlerinin gırtlağını deşerlermiş fazla sevgiden...