24. Bölüm

7.4K 329 4
                                    

 

Elinde tuttuğu haritaları bizlere dağıtırken biz afallamış şekilde onu seyrediyorduk. Daha önce hiç denemediğim hatta adını bile yeni duyduğum bir şeyi nasıl yapabilirdim? Üstelik puanı bu kadar fazlayken yapmak zorundaydım, takım için. Selim bize haritayı nasıl kullanmamız gerektiğini, neler yapmamız gerektiğini bir bir anlattı, biz onu can kulağıyla dinlerken. Müdürün işaretiyle başlayacaktı oyun, ve o an kısa zamanda gerçekleşti. Hızlı adımlarla ormanın içine dağıldık, koşuşmaya bile başlamıştık. En kısa zamanda tüm bayrakları bulmamız gerekiyordu.

Naz’la ileri doğru koşarken, Beril diğerleriyle farklı yönlere saptı. Giderek hızlanıp ormanın derinliklerine giriyorduk. Ayaklarıma takılan çalılara aldırış etmiyordum, iki de bir ellerimle yüzümü korumak zorunda kalıyordum tabi ama orası ayrı. Bazı yerler o kadar düzensizdi ki ayağımın burkulması kaçınılmaz oldu. Yaprak kalıntıların, çamurların üzerine yapıştım pat diye. Naz çoktan ilerlemişti, geriye dönüp baktığında gülmesini bastırmaya çalışmadı bile. Ellerimi yerden kesip birbirine vurdum, tozları silkelemek için. Sonra birden bir çift el yüzümün kenarında, bir çift kolda koltuk atlarımda bulunuyordu. Kollarını yukarı çekerek beni ayağa kaldırdı. Bu güçlü kolların kime ait olduğunu bulmak zor değildi.

“Bu bir yarışma Defne. Yan gelip yatamazsın, toparlanın. Bunu kazanmamız lazım, sizin gibi tembeller yüzünden kaybedemeyiz. Dağılmanız en iyisi yoksa iki geveze sabaha kadar bir bayrağı bulamayacaksınız.” Üzerimi silkelerken Selim’i duymazlığa geldim. Kendi içimden şarkı mırıldanıyordum.

“Defne, sen aşağı sola doğru ilerle. Naz yürü sen benimle sağa geliyorsun.” Ayaklarıyla dikkatlice benim düştüğüm zemini geçti. Önde başı dik kendini beğenmiş havasıyla yürürken saçları da ondan etkilenip uçuşuyordu. Bu durum filmlerde çok karizmatik, cool vs. vs. gelebilirdi. Ama yarışmada liderlik taslarken hele de sizi ezerken kesinlikle sinir bozucu oluyor.

Derin nefes alarak dediğini yaptım, adımlarımı sıklaştırdım. Bu sefer daha dikkatliydim, bastığım yerlere bakıyordum. Kuşların sesleri her an karşınıza kurt ya da başka vahşice hayvanların çıkacağını düşündürse de böyle bir şeyin olacağına olanak vermiyordum. Rakip takımdan birkaç çocuk gördüm ve yolumu tekrar değiştirdim. Onları takip etmem ya da onların beni takip etmesi yasaktı. Biraz ilerledikten sonra ilk bayrağımı buldum. Koşarak yanına gittim. Turuncu-beyaz bayrağın altındaki zımbayı elimdeki haritaya bastım. Böylece burayı tamamlamış oldum, diğer bayraklar için hızlandım. Selim’in dediği yöne doğru gittikçe ağaçlar sıklaştı. Oyun başlamadan önce dediğine göre bu bölgede joker varmış. Bu da bana düştü demek ki.

Dalları yerlerde, gövdeleri iki insan kalınlığındaki ağaçlar kendini hemen belli ediyordu. Onları arkamda bıraktım ve birbirlerine kenetlenmiş ağaç parçalarından geçtim. Çıktığım nokta bir koruydu. Güneş tam tepemde parlarken hiçbir şeyin olmadığını gördüm. Tekrar kuş sesleri gelmeye başladı. Bu sefer daha yakından. Ağaçların arkalarını incelemeye başladım, bu kısımda köpekler olabilirdi. Yerimde dönerken Tekin görüş alanıma girdi. Tekrar sırtımı döndüm ona.

“Burada ne arıyorsun?” sesi giderek yakınlaştı.

“Yarışmadayız unuttun mu? Bayrak arıyorum.” Ona döndüm.

“Aynı takımdayız, sen de bunu unuttun galiba.” Yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı. Kişisel alanıma girmeden geri çekildim.

“Dün geceyi unutmadım ama.” Meydan okurcasına bakışlarımı ona sabitledim ve başımı dikleştirdim.Bir elini saçlarının arasından geçirdi, yüzünü buruşturup gözlerini kapattı sonra tekrar eski pozisyonunu aldı.

  “Bak Defne, ne haldeyim görmüyor musun? Senin yüzünden nelerimi kaybettim ve hala da kaybetmeye devam ediyorum. Senden başka bir şey düşünemiyorum. Senin Aptal Uzay’la olmana katlanamıyorum! Senin yüzünden hiçbir şeye odaklanamıyorum! O dün gece, sadece çabalarımdan gördüğün bir tanesiydi. Hepsi bu!” konuşurken kelimelerini özenle seçmeye dikkat ediyordu ama bir yerden sonra koptu. Gözlerindeki hüznü görünce bir şeyler olduğunu anladım kendimde. Yüzündeki mimikler, hareketleri artık hepsi doğal ve gerçekti. Rol yoktu, şuan neredeyse ağlayacaktı. Ona bakmakta zorlanmaya başladım hatta ne diyeceğimi bile seçemez hale geldim.

Başımı hafifçe yere eğdim, ayaklarına dikkatimi verdim. Eliyle çenemden tutup başımı yukarı kaldırdı nazik bir hareketle, eli titriyordu. Bana baktı o deniz mavisi gözleriyle, birazdan tsunami çıkacakmış gibi. Ona sadece bakmakla karşılık verdim, sustum. Söyleyebileceğim bir şeyim yoktu, onun istediği cevabım yoktu. 

“Seni seviyorum, Defne.” Eğildi ve birden beni öpmeye başladı. Dudaklarını dudaklarıma bastırırken, beynimde çanlar çalmaya başladı. Karşılık vermedim ama itiraz da edemedim. Bir koluyla beni sarıp iyice kendine yaklaştırırken diğer eliyle de yüzümü tutuyordu. Olayların akışı çok hızlı ilerledi. Kendime gelir gelmez, olayın şaşkınlığını atar atmaz, onu iki elimle göğsünden itekledim. Nefes nefese kalmış bir şekilde geriye doğru sendeledim. Etrafa bakındım hızla ve o bir ağacın arkasından sinsice saklandığı yerden çıktı. Gözlerimle onu bulduğumda, yüzündeki gülümsemeden nefret ettim. Tekin de benden iyice uzaklaşmış o da nefes alışverişini düzenlemeye çalışıyordu.

"Bunu yapmayacaktınız! Artık iki dudağımın arasından çıkan sözlerin mahkûmusun Defne!" kalbim kulaklarımı katlederken Buğlem'in sesini duymama izin verilmişti, beynim kelimelere anlam yüklerken kendimi iyice çaresiz hissettim. Kötü bir şey olmuştu, olmaması gereken. Bunu nasıl fark edememiştim ya da anlayıp izin mi vermiştim? Az önce ne olmuştu?

“Onun suçu yok, ben öptüm onu.” Salakça kahramanlık taslamak ister gibi öne atıldı. 

“Ben duyduklarıma değil, gördüklerime inanırım.” Buğlem benim yanıma geldi, ayağının altındaki toprağı eze eze. 

“Neye inanırsan inan! Sen de beni rahat bırak artık!” ikisi ne de bağırıp oradan kaçmaya başladım, gözlerimden süzülen yaşları görmelerine izin vermeden.

Öfkem daha da hızlandırdı, artık yanlarından geçtiğim bayrakları önemsemiyordum. Haritadaki yol tariflerinin önemsemiyordum. Nereye koşarsam oraya gidiyordum. Fazla sürmeden burkulan ayağım tekrar burkuldu ve bu sefer daha sert bir şekilde. Yüz üstü yere düşünce, ağzıma ve gözüme biraz toprak kaçtı. Sol ayak bileğimin acısı bunları unutturup ilgiyi kendi üzerine çekti. Oturur pozisyona geçtim ve elimle ayakkabımı çıkarıp ayak bileğimi ovmaya başladım.

Ağladım, ağladım, ağladım! Hem ayak bileğime hem o korudaki olanlara hem de Uzay’ın yokluğuna! Kendimi yırtarcasına ağladım…

Zaman dilimi en dikkat etmediğim şey olduğu için tam kestiremedim ama hava kararmaya yüz tutmuştu tabi ben de soğuktan donmaya. Ağlamam kesilmiş boş boş etrafı izliyordum, elimde ayağımla. Kalkmayı başaramamıştım, denemiştim ama tekrar düşmüştüm. Sonunda almanca hocası beni bulmuştu. Bir kolumu omzundan geçirmiştim ve o da benim belime girip bana destek sağlamaya çalışmıştı. Topallaya topallaya otobüslere ulaşmayı başardık. Bizi seyreden şaşkınlara hiç bakmadan direk otobüse oturtuldum, bir sonraki durağımız hastaneydi.

Kazanan takım mı? Kimin umurunda? Ne Buğlemler kazanmıştı ne bizim grup, 4. Kat kazanmış.

Lise GünlüğüHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin