Kapıdan çıkana kadar hiçbir şey düşünmediğimi farkettim. Sadece o koridorda yürümüş, kapıyı açmış ve çıkmıştım. Girdiğim gibi çıkmıştım. İlk kez bu kadar kolay oluyordu. Her şeyin kazık gibi saplanmasına o kadar çok alışmışım ki kolay olunca, sanki henüz daha bitmemiş gibi. Bir süre sonra tekrar hayatıma girecek, tekrar karşıma çıkacak, tekrar ve tekrar bize zarar verecek. Alışmış kudurmuştan beterdir demişler zamanında. Pek sevmediğim bir tabir olsa da doğru olduğu kanaatine vardım.
Hayatta bir şeyler geliyor başına, ve sen ağlamayı acı çekmek sanıyorsun. Ama öyle değil. Kanser olan birini düşün. Umudu var ya da yok. Hayalleri var ya da yok. Yaşamı var ya da yok. Ama ölüm var ya da var. Yok kelimesi ölüm için geçerli değil. Efil de öyle mesela. Bazen burada, bazen tam kalbimde, bazen aklımda, bazen omzumda, bazen yok. İşte o olmadığı zaman ben de yok oluyorum. Aklım almıyor. Efil'sizliği düşünemiyorum. Hiçbir şey karşılamıyor onun yokluğunu. Şu ana kadar yazılan hiçbir şiir, söylenen hiçbir şarkı, verilen hiçbir vaat onu bana geri getirmiyor, getiremeyecek. Zaten en çok da geri dönmeyeceğini kabullendiğimden beri acı çekiyorum. Pes etmedim. Ama kabullendim. Yine elimden hiçbir şey gelmedi ve ben sadece kabullendim.***
Efil'in verdiği adreste bir müzik evi vardı. Hızla içeri girdim. Duvarlarda gitarlar, kemanlar asılıydı. Tam kapının yanında bir bateri vardı. Solumda ise davullar ve adını bilmediğim vurmalı çalgılar duruyordu. Aralarından geçerken beni genç bir çocuk karşıladı."Buyrun beyefendi. Nasıl yardımcı olabilirim?"
"Arkadaşım benim için buraya bir şey bırakmış." Gülümsedi. Omzuma dokunarak yanımdan geçti. Duvarda asılı olan gitarların önünde durdu. Birkaç dakika baktıktan sonra kenarda duran siyah parlak gitarı aldı.
"Ben de ne zaman geleceğinizi merak ediyordum. Önce şaka zannettim ama dersin de gitarın da ücreti ödendi. Sanırım anca fırsatınız oldu. Neyse hemen derse başlayalım. Buyrun beni takip edin."
Tek kelime etmeden merdivenlerden çıktık. Loş bir holde yürüyorduk. Arkadan çalan caz melodisi çok hoş bir ortam yaratmıştı. Soldaki odaya girdik. Duvarlarda ses yalıtımı vardı. O yumurta kaplarına benzeyen şeylerle tüm duvarları kaplamışlardı. Yerde siyah bir halı vardı. Tam odanın ortasında karşılıklı duran iki sandalyeyi, tavana gömülmüş spot ışıklar aydınlatıyordu. Gitarımı benim tarafımdaki sandalyeye koydu, daha önceden duvara yasladığı kahverengi gitarı da kucağına yerleştirip oturdu.
"Öncelikle adını söyleyeyim. Benim adım Berke. Bu iki aylık gitar eğitimin boyunca eğitmeninim. Hadi otur! Başlayalım."
***
Teller parmaklarımı acıtana kadar durmadan devam ettik. Sanırım iki saat geçmişti. Ama size bir şey söyleyeyim mi? Kendimi dinlenmiş hissediyorum. Eskiden de müzik dinlemeyi çok severdim. Ama çalmak... Bir başka güzelmiş.
"Teşekkürler Efil. Senin sayende..."
Gitarları odada bırakıp aşağıya indik. Gitarım burada kalacaktı. Sürekli taşımanın bir anlamı yoktu. Üstelik daha çözmem gereken 'aile' sorunları vardı. Berke'yle bir sonraki görüşmemizi kararlaştırdıktan sonra teşekkür edip müzik evinden çıktım. Her hafta aynı gün istediğim saat gelebileceğimi söyledi. Belki de arada haftada iki gün bile gidebilirdim. Sevmiştim burayı. Dersi, Berke'yi, gitarı, gitarın sesini... Ama özellikle gitarın sesi o kadar dinlendirici ki! Huzur veriyor resmen. Uzun zamandır ihtiyacım olan huzuru veriyor bana. Hissetmediğim duyguları yaşamaktan korktuğum için bu tip 'eski' duyguları yaşamayı tercih ederim. Mutluluk, heyecan, sevinç gibi pozitif duygular yerini karamsarlığa, mutsuzluğa ve umutsuzluğa bıraktı.
"Duygular da vazgeçti be Efil. Ama ben hâlâ senden vazgeçmedim."
Şimdi yol boyunca yapmamız gereken bir şey var seninle. Sadece senin ve benim bildiğim gerçekleri toplayacağız. Bu zamana kadar ne öğrendik? Neler biliyoruz? Telefonum çaldı. Açmadım. Efil'e sürpriz yapacaktım çünkü. Sabaha kadar gelmedi. Çıktım, kayalara gittim. Cesedi buldum. Hayır, cesedi değil aptal! Efil'imi buldum! Hah, şimdi oldu. Sonra emniyete gittik. Sorgu, belge, teşhis, dava, mahkeme... Niye bana çok soru sormadılar? Dur, başa dön. Sordular. Ama ben hatırlamıyorum. Onu ben öldürmedim ki! Niye sorsunlar?! Devam edelim. Tunç'u buldum. Efil kanserdi, ama iyileşiyordu. Hiç ameliyat olmadı ama vücudunda ameliyat izi var. Adli tabip atladı bunları. Neyse tuğlaların arkasında kağıtları bulduk. İpuçlarını takip ettik. Asitler, ilaçlar, hastane... İçtik. Bir güzel içtik. Efil geldi yanıma. Hayır, önce mektubu geldi. Tunç benim kardeşimmiş. Gitar dersi ayarlamış bana. Ardından Efil geldi. Sonra gizemli çocuk Can geldi. Dedektiflik yapmış bize. Ne kaldı geriye? Adli tabip! Bul onu Atıl. Hemen bul!
***
Tekrar emniyetin kapısının önündeyim. İçeri girdim. Daha önce beni buraya getiren polisi bulmak için geldim buraya. Hani, yolun kenarından almıştı beni. Hah, işte onu bulmaya geldik. Geldim! Sen yoksun ki aslında. Aklımı kaybediyorum! Bundan sonra ben ve sen, sevgili dostum. Ben ve sen!Uzun koridorda yürüyorum. En son böyle bir koridorda yürüdüğümde Efil'i almaya gidiyordum. Efil işte! Hayatımın her yerinde adı, imzası, varlığı, nefesi ve kokusu var. Efil'den sonra hayatım yok oldu sanki. Ama Efil öyle bir yerde ki, oradan bile beni yönlendirebiliyor. Onun sayesinde bilmediğim gerçekleri öğreniyorum. Tunç'u, doğruysa şayet ailemi, kendimi, benliğimi buluyorum. Belki de senin ölümün Efil, sırf yaşam takvimimi bölmekle kalmayıp hayatıma da yön veriyordur. Ama yine de birilerini kaybetmek, bir insanın başına gelmesi gereken en son şey.
Karşımda duran kapıyı çaldım. Cevap beklemeden içeri girdim. İşte o polis buradaydı.
"Merhaba. Belki hatırlarsınız, bilmiyorum. Beni yakın zaman önce yolun kenarından almıştınız."
"Evet, evet. Size nasıl yardımcı olabilirim?" İşte kilit soru. Şimdi nasıl başlasam ki olanlara? En iyisi detay vermemek.
"Danışmadaki görevli polis sayesinde sizi buldum. Benim eşim öldürüldü ve ben burada çalışan adli tabiple görüşmek istiyorum. Sizin yardımcı olabileceğinizi söylediler." Biraz yalandan kim ölmüş? Bana cevap bile vermeden önünde duran bilgisayara yumuldu. Bu sayede etrafı inceleme fırsatı bulmuştum. Girdiğim her odada beynime kazıdığım detaylar vardır. Kendi odamda; daha doğrusu eski odamda tavanın kenarındaki sarı lekeye takılmıştım. Aylarca Efil'in başına kakmış, her yattığımızda o leke yüzünden zor uyumuştum. Ben tavana bakmayayım diye kafamı boynuna yaslardım. Kokusunu dolu dolu içime çekerdim. Belki de o leke benim için bir bahaneydi. Ama şu an bulunduğum odada da duvarda asılı olan tablo dikkatimi çekmişti. Karışık bir resimdi. Fırtınalarla ve dalgalarla boğuşan bir gemi resmedilmişti. Vahşi görünüyordu. Sanki fırça darbeleri nefret ettiğin birine küfür eder gibiydi. Öylesine boyanmışa benzemiyordu. Yoğun acı, mutsuz son ve biraz da gözyaşı... Herkesin hamurunda olan malzemeler. Yazın bunu bir kenara! Atıl söyledi dersiniz.
"Pardon?" Uzun zamandır bana sesleniyor olacak ki bıkkın bir suratla bakıyordu.
"Özür dilerim. Dalmışım." Umursamaz bir tavırla konuşmasına devam etti. O günkü kadar sevimli görünmüyordu şu an.
"Adli tabibin adresini veremem ama telefon numarasını verebilirim. Doktor Uğur Laleli. Umarım işinize yarar."
Numarayı aldıktan sonra teşekkür edip odadan çıktım. Koşar adım hızla kendimi emniyetten dışarı attım. Zaten hiç sevmediğim ortama uzun zamandır mahsur kalıyordum. Hemen telefonumu çıkarıp numarayı tuşladım. Vakit, nakittir!
"Alo, merhaba. Ben Atıl. Adli tabip doktor Uğur Laleli ile mi görüşüyorum?"
Hiç tereddütsüz cevapladı.
"Evet, ne istiyorsunuz?"
"Ben adli tıp okuyorum da sizin tecrübenize ihtiyacım var." Yine yalanlar, yalanlar.
"Nasıl bir yardım istiyorsun Atıl?"
"Sizinle röportaj yapmak istiyorum. Eğer kabul ederseniz birkaç saat içinde sahildeki kafede görüşebiliriz."
"Tabii ki, tabii ki. İki saat sonra görüşürüz." Röportajı duyunca hemen kabul edecekti zaten. Şaşırmamıştım.
Herkes gösteriş sever. Kurbağalar mesela. Dişisini etkileyebilmek için en yüksek sesi çıkarmaya çalışır. Kediler, birbirlerini etkilemek için kuyruklarından ayrılmazlar. Hele tavuskuşları o etrafındaki tüyleri niye kullanıyor sanıyorsunuz?! Erkeği etkilemek için! Ama kabul edin, sizi bile etkiliyor değil mi? Siz de tıpkı erkek tavuskuşları gibi en renkli tüylü olanı beğeniyorsunuz. Hemen fotoğrafını çekip bin türlü sosyal medya hesabına yüklüyorsunuz. Merak etmeyin! İnsanlar da gösterişe bayılıyor. Yediği yemeği, gittiği mekanı, gördüğü hayvanı, yaptığı sporu/kasını, sevdiği adamı/kadını, çocuğunu, mutlu anısını, mezuniyetini, kıyafetini, çayını, çorbasını her şeyi herkese göstermek istiyor. Ünlüler sizce neden röportaj veriyor? Çünkü o yaptı. O oynadı, o sundu, o yazdı. Sonra hayat beş parmak oyununa dönüyor. Bu tuttu, bu getirdi, bu pişirdi, bu yedi, bu da hani bana dedi. Artık hepimiz hani bana diyoruz. Çünkü özeniyoruz, ihtiyacımız var. Çünkü hepimiz 'bu benim' demek istiyoruz. Bu psikolojik bir durum ve ben bu sefer bunu Doktor Uğur'a yapıyorum. Gösteriş sevdasını kullanıyorum. Çünkü ihtiyacım var...!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yalnızlığın Notaları
Short StoryYalanlarıyla tutunduğu hayatı dışında hiç bir şeye sahip olmayan adam... "Müzik ruhun gıdasıdır." demiş birileri. Sırtımda gitarım, karşımda herkesten sakladığım hatalarım, gerçeğim, ellerimde hatalarımın kanıtları... Aşkı için intikamı göze alan, ö...