bö-10

107 7 4
                                    

Yıllar, hayatlar geçip gidiyordu. Yıpranıyordum her adımda. Her darbe de biraz daha çöküyordum. Daha derini olamaz dedikçe daha dibini görmüştüm.
Oturduğum bu bank, en az benim kadar çok insan tanımıştı. Kimi güzel anlara, kimi kötü kavgalara ayrılmalara şahit olmuştu. Benimse ondan tek farkım güzel anlara sahip olmayışımdı. Öylece oturuyordum. Birkaç gündür ağzımı bıçak açmamıştı. Yemek yememiş odadan da fazla çıkmamıştım.
İçimde yaşama hevesine dair hiçbir şey yoktu. Onunda pek umurunda değildim zaten. Kendimce başımın çaresine bakıyordum.
Saçlarım uçuşurken öylece gelip geçen insanları izledim. Kim bilir hangisinin ne sorunu vardı. Yolda her gün bambaşka insanlarla Yanyana gelirdik. Fakat birimiz de dönüp derdimizi sormazdı. Kimsenin kimseden haberi yoktu.
Kulaklıklarımdaki müziği yükseltip oturduğum yerden kalktım. Tüm Ankara'nın kalabalığının arasında koşmaya başladım.
Daha hızlı, daha hızlı. Yarın okullar açılıyordu ve hazır değildim.
İstemiyordum toplu bir ortamı hele ki yeni bir ortamı kesinlikle istemiyordum.
Koşmaya devam ettim. Kış Ankara'ya erken geliyordu. Hava esiyordu fakat terlemiştim.
Devam ettim. Durmak yoktu.
Hayatın her evresinde koşmaktan başka şansımız yoktu. Kendime kurduğum ufak dünyamın yıkılışını koşarak atlatabilirdim belki. Spor her zaman bedenimi ve ruhumu dinç güçlü hissettiriyordu.
Kısa zamanda bir spor salonu bulmalıydım.
Büfe gibi bir yerin önünde durup bir enerji içeceği alıp ücretini ödedim. Paramın azaldığını görünce kaşlarımı çattım. Bana harçlık verilmemişti?
Şimdilik idare edebilirim diye düşünüp içeceğimi içmeye başladım.
Her gün koşup Ankara'yı biraz da olsa çözmüştüm. Her sokağı birbirine çıkıyordu bu biraz kafa karıştırsa da az çok evi tahminen bulabiliyordum. Ona muhtaç olmamak adına her şeyi yapabilirdim.
Kiralık evlere de göz atmıyor değildim. O evden bir an önce çıkmalıydım.
İçeceğim bittiğinde eve doğru koşmaya başladım bu kez.
Kızılay'ın kalabalık sokaklarını aşarken, yanından geçtiğim insanlara ara da göz attım. Kimi üzgün ve yorgundu. Kimiyse fazla enerji dolu. Bende kaçık gibi koşandım. Yolları biraz karıştırsam da yarım saatin sonunda evi buldum. Terleyen saç diplerimi havalandırmak için saçlarımı önüme döküp salladım. Başımı ve bedenimi kaldırıp şapkamı taktığım sırada binadan Barkın çıktı. Şapkamı düzeltirken bana sadece baktı. Yanından geçip içeri geçtiğimde hiçbir şey dememişti.
Merdivenleri tırmanıp kapıyı çaldım. Kimse açmadığında sinirle kudurdum. Bilerek öyle bakmıştı. Ama ben Akçay'dım. Beni kesseler aşağı inmeyecektim.
Biraz merdivenin başında dikildim. Aklıma gelen fikirle sinsice sırıttım. İllaki yedek anahtarı koydukları bir yer vardı değil mi?
Kapının kenarındaki ayakkabıların hepsini boşalttım ve anahtarı bulduğumda zaferle sırıttım.
Eve girip kapıyı kapadım. Çok yanlış adamı zorluyordu.
Telefonum titrerken cebimden çıkardım. Ekrandaki ismi gördüğümde kendi kendime sırıttım. Açıp kuşağıma götürdüm. Eğlendiğimi sesimden silerek konuştum. 'Efendim?' dedim. 'Nerdesin?' dedi uyuz bir tonla. 'Mutfakta su içiyorum sen?' dedim onunla oynarcasına. Güldüm biraz. 'Evdesin yani?' dedi. 'Evet niçin?' dedim bilmiyor ayağı yaparak. Aklınca yanından bir şey demeden geçtiğim için saçma sapan bir oyuna başvurmuştu fakat sandığı kadar kolay biri değildim. 'Yemeğe çıkacağız bugün çocuklarla gelecek misin?' dedi. İnsan gibi soru sormak mı? Hiç ona göre değildi. Altında bir şeyler olduğuna emindim. 'Çok terliyim koşudan geliyorum siz gidin' dedim. Onunla bir arada olmak istemiyordum. 'Aşağıda bekliyorum duş al hazırlan gel' dedi. Cevabımı beklemeden kapattığında sinirlenmiştim. Fakat karnım guruldadığında mantıklı yanım beni duşa sürüklemişti. Hızlı bir duş alıp odaya geçtim. Dolabı biraz karıştırıp nadir bulunan eteklerimden siyah olanı aldım. Üzerine kısa poları aldım. Hızla iç çamaşırlarımı giyip etekle üstümü giydim. Yarım çoraplarımı geçirip converselerimi ayağıma geçirdim. Nemli saçlarımı sallayıp geriye attım. Üzerine şapkamı ters bir şekilde taktım. Belime gömleği bağlayıp çantamı sırtıma alıp odadan çıktım.
Anahtarları cebime atıp kapıdan çıktım. Merdivenleri adımlayıp kapıya çıktım. Köşeye oturmuş ayaklarımı uzatmış telefonuyla uğraşıyordu. Bu adamla kendimi yan yana düşünemiyordum. Yanına gittiğimde başını kaldırıp baştan aşağı süzdü. Eteğimde biraz takılı kalıp tekrar suratıma bön bön baktı. Elini saçından geçirip ayaklandı. Yürümeye başladı. Karşıya geçip bir motorun yanında durdu. Kask uzattığında anılar gözümün önüne döküldü. Dağhan. Dağhanla katıldığımız yasa dışı yarışlar.. Anılarımı kenara ittirip kendimi bu ana zorladım. Uzattığı kaskı takıp bindiği yerin arkasına oturdum. Beli yerine yandaki demirlere tutundum. Ona dokunamazdım. 'Sıkı tutun' dedi uzun sessizliğimizin sonunda. Gazı köklerken biraz tedirgin olsam da gerek duymadığım sürece tutunmayacaktım.
Esen havayla uçuşan saçlarım nedense bir anlığına özgür hissettirmişti. Hızımız gittikçe artarken her şeyi akışına bırakıp beline tutundum. Rüzgarın uğuldama sesi kulaklarımı dolduruyordu.
Gökyüzüne baktım. Karanlık yavaş yavaş çöküyordu. Yıldızlar biraz biraz belirginleşmişti. Etrafımızdakilerden çok hızlıydık.
Müzik dinlemek istemiştim bir an. Ama bu hızdayken belini bırakmam aptallık olurdu.
Başımı sırtına yaslayıp gözlerimi kapadım. Ayaklarımın yerden kesilmesi yüreğimin biraz hoplayışı iyi hissettiriyordu.
Sessizlik, düşüncelerden uzakta olmak farklıydı. Bir anda kendimi çok yorgun hissetmiştim. Herşey kafamdan uçup gitmişti fakat yorgunluğum elle tutulur gibiydi. Şuan burada uyuyabilirdim. Kokusu insanı mayıştırıyordu.
Kısa süre sonra hızını düşürdü.
Gözlerim aralandı.
Her şey eskiye döndü.
Hayal alemim kayboldu.
Özgürlüğüm tekrar elimden alındı.
Motor durduğunda mideme tekme yemiş gibi hissediyordum. Hala inanamıyordum.
Motordan atladım.
Oda indi.
Kaskı çıkarıp dağılan saçlarımı sallayıp düzelttim ve şapkamı geçirdim. Yürümeye başladı. Peşinden ilerlerken biraz süzdüm. Uzun boyluydu. Yaklaşık omzuna denk gelebiliyordum ancak. Siyah hantal tarzı botları, dar pantolonu vardı. Üzerine salaş bir kazak giyinmişti. Haki rengindeki ceketinin altına kadar uzanıyordu. Dağınık bir tipi vardı bugün. Onu hiç bu tarz bir tipte görmemiştim. Genelde daha düzenli olurdu. İçeriye girdiğimizde soğuktan uyuştuklarını bile anlamadığım ellerim gevşemeye başladı. Bir masaya oturduk. Çocuklar ortada görünmüyordu.
Pizza sipariş ederken ben çorba istemiştim. Kaç gündür mideme sıcak bir şeyler gitmiyordu. Önüme gelen mercimek çorbasını içerken telefonu çaldı. Cebinden çıkarıp yavaş hareketlerle kulağına götürdü. 'Efendim?' diyerek buz gibi bir sesle konuştu. İçimi bile titretmişti bu soğukluğu. 'Evet yanımda, yemekteyiz' dedi aynı tonla. 'Hayır baba' diyerek sertçe cevap verince yemeğimden başımı kaldırdım. Babamı düşündüm. Bana son yaptıkları içimi parçalarken kaşığı kenara koydum. İştahım yok olmuştu. Telefonunu kapattı. 'Niye yemiyorsun?' dedi sakin bir sesle. Sustum.
Ona diyecek hiçbir şeyim yoktu.
'Aç kalamazsın. Hayata olan sinirini kendinden çıkarma' dedi ciddi bir tonda. 'Doğru ne de olsa sen benden çıkarıyorsun değil mi?' dedim bende olabildiğinde soğuk bir tonda.
Kendi iç çatışmam yetmez gibi birde onun abuk subuk gripleriyle uğraşıyordum.
Ellerimdeki geçmeye yüz tutmuş çizikleri incelemeye başladım. Onun ise bakışları üzerimde kitliydi.
Ben hiç bir şey yapmamıştım.
Bana bu kadar kötü davranacağı hiçbir şey yapmamıştım.
'Bir şey konuşacağız' dedi.
Biliyordum altından bir şeyler çıkacağını. Beni zorlamasının tek sebebi buydu. Çıkarları.
İnsanlar iğrençti.
'Okullar açılıyor biliyorsun' dedi. Tek kaşımı kaldırıp dinlemeye koyuldum. 'Okulda birlikte olduğumuzu kimse bilmeyecek' dedi. Gayet rahat bir şekilde. Mideme tekme atılır gibi hissi bu.
Kusacak gibi olmuştum.
Bir de yalancılık mı yapacaktım?
'Okulda birilerinin duyması iyi olmayacak. Bu sene kafamızın rahat olması gereken bir sene. Sabahları seni okulun yakınına bırakacağız. Bir şey olursa zaten müdahale ederim' dedi. Yine sadece sustum.
O herşeyi kafasında zaten kurmuştu.
Beni hiçbir şekilde hayatında barındırmayacaktı. Kendimi basit, ucuz, zorla yamanmış kız gibi hissediyordum.
Sandalyemi geri ittim. 'Nereye?' dedi. 'Lavaboya' dedim soğuk bir sesle.
Kendimi tuvalete atar atmaz kabinlerden birine girdim.
İçimde olmayan yemekleri öğürürken dolan gözlerimi sıktım.
Hayatım daha ne kadar berbatlaşabilirdi? Hüngür hüngür ağlamaya başladım. Artık sinirlerimi kontrol edemiyordum.
Gözlerimi zar zor silip sifonu çektim. Tuvaletten çıktığımda suratım kıpkırmızıydı.
Aynada kendime baktım.
Gittikçe zayıflamıştım. Rengim solmuştu. Dağınık duruyordum.
Soğuk suyla elimi yüzümü yıkayıp açılmaya çalıştım. Yüzümü kurulayıp kendimi iyi hissedene kadar bekledim.
Tuvaletten çıktığımda hala bıraktığım şekilde oturuyordu. Soğuyan çorbayı itip telefonumu aldım masadan. Hiçbir şey demeden kapıya ilerledim. Soğuk hava yüzümü yalarken kendime geliyordum. Böyle sakin bir alana getirmesinin sebebi de anlaşılmıştı.
Benimle görünmek istemiyordu.
Kendimi yamanmış bez parçası kadar basit hissediyordum. Canım yanıyordu.
Kulaklıklarımı takıp fon müziklerimden seçtim.
İfadesiz bir şekilde duvara yaslanıp beklemeye başladım.
Kısa süre sonra içeriden çıktığında konuşmaya yeltenir gibi olsa da susmuştu.
Motora atlayıp kaskı takmadım. 'Tak şunu' dedi sertçe. Duymuş olsam da duymamazlığa verdim. Umursamayıp bindiğinde bu kadar işte dedim içimden.
Hız yükseldikçe saçlarım uçuşmaya başlamıştı. Ama kendimi sıkıp belinden tutunmadım.
Bundan sonra hayatımda sözlüm olarak bile yeri yoktu.
Evin önüne geldiğimizde ondan kurtulmak istiyordum bir an önce. Hızla motordan atladım. Parmağımdaki yüzüğü çıkarıp motordan indiğinde elini tuttum. Bana tuhaf bir bakış attığında avucuna yüzüğü koydum. Arkamı dönüp merdivenlere yürüdüm.
Artık sadece dedemlerin gözünde sözlüydük, tamamen.

Rönesans' Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin