Bölüm 23

21 2 0
                                    

Bu akşam iki bölüm paylaşıyorum. Umarım seversiniz :)

Vote unutmayıınn :)

o zamaaaan Let's Starting!

23. Bölüm


Yaşananlar ağır geliyor insana bir yerden sonra, çekemiyorsun kimseyi... Gözyaşı kotanı aşanlar bir bakmışsın silikleşivermişler ya da sen silmeye çabalamışsın. 'Kendini önemsemezsen kimse seni önemsemez!' demiş biri..
'Eğer sen sevmezsen kendini, kimse sevmez seni..' değerli görmediğin bir bedene değer verilmesini beklemeyeceksin. Yaşananlar seni yıpratıyorsa, yaşatanları yaşatmayacaksın kalbinde demekki.
Ha! Eğer yaşatmak için çabalıyorsan içinde onları, gözyaşlarını feda edeceksin yoluna,- ki yürüdükleri yol yeşersin, çimlensin sonra o çimler, fotosentez yapsın sonra da oksijen olarak geri dönsün, hava olsun nefes olsun yaşam kaynağı olsun onlara, tuzlu sıcak damlalar..



Şimdi bak dünyaya ve söyle, sence hangi akıllı çeker bir aptalı.. hangi umursamaz dert eder içindeki yarayı.. etmez! Kimse etmez etmeyecek, çekmeyecek. Mutlulara bak bir, herkesi sevdikleri için mutlu değil onlar, hiçbir şeyi dert etmedikleri için mutlular... Bak bir saçlarına beyaz var mı hiç? Yok! Neden? Üzmüyorlar kendilerini çünkü..
Şu kenarda gitarını çalan çocuk, ona bak birde.. yüzündeki gülümseme sahte mi? Değil! Amacı para kazanmak, önündeki gitar kutusuna girecek beş on pound, onun bu akşamki yemek parası belki de... Yemek için gülümsemeni feda et, ama başkaları için etme.. Bunu söylüyorum sana, ölürken kimse olmayacak yanında herkes herşey unutulup gider, bir gün sen de unutulacaksın. Şimdi olduğu gibi..


Okuduğum kitabın satırları sanki beni anlatıyordu bir nevi.. çaprazımda çimenlere yayılmış bir müzisyen çocuğun gülümseyen yüzü evrenin bana bir ' Carpe Diem' deyişiydi adeta...
Unutulduğum gerçeğini henüz içimde kabullenememiş de olsam beynim bu ülkede geride bıraktığım beşinci ayında, kimlere dert olmadığımı, kimlerin hatırasında kalmadığımı hatırlatıyordu, başıma kakıyordu hatta..
Kitabımı hışımla kapatıp gözlerimi sımsıkı yumdum, neden bu insanlar birbirlerine sarmaş dolaş yürüyorlar ki etrafta. Ne var yani... kıskanıyorum.


gözlerimin önüne gelen yakışıklı yüzü silmek için çabalamama rağmen neden zorla hatırlatırcasına karşıma bir gitarist çıkıyor ki sanki..
Bakışlarımı iki taraftan da ayırıp sağ tarafıma çevirdim. İleride 100-200 m sonra tüm ihtişamıyla duran ancak ağaçların ardına gizlenmiş Buckingham Sarayı'nın bayrakları mini ormanın üzerinden görünüyordu. Bir sürü turist ağaçların arasındaki yürüyüş yolunu geçip benim de bulunduğum mevki olan Green Park'a yürüyorlar, sol tarafımda kalmış olan istasyondan Ulusal Raylı Sistemlerine binip başka yerlere gidiyorlardı.

Şehrin altında başka bir şehir olduğuna dair söylentilere ilk geldiğimde inanmasam da şimdilerde ne kadar da haklı olduklarını anlıyorum. Şu an bile üzerinde bulunduğum yolun altında kim bilir kaç katlı raylı sistemler var.
Görüşümün uzanabildiği her yer açık yeşildi ve insanların bazısı yerde oturmuş sohbet ediyor, bazıları ise şezlonglarda keyif yapıyordu.
Boş zamanım da buralara gelip bu insanları izlemek gerçekten içimde tarifi imkansız bir huzur verse de herşeyin eski hayatıma bir uzantı olması da beynimin çalışkan Rom'una bir darbe indirmem gerektiğini her defasında bir kere daha hatırlatıyordu.

Çantamı alıp Saray tarafına doğru yürüdüm, çantama sıkıştırdığım orta boy Nicon'u mu çıkarıp ilerideki ağacın altında birinin gitar çalıp diğerinin dinlediği 2 japon kıza doğrulttum. Resimlerini çektikten sonra hafif bir gülüşmeyle beni selamladılar.. Kızın sesinin harika olduğunu söylemeliyim...
Yanımdan bebek arabalarıyla geçen ailelere ve o küçük sarışın bebeklere hayranlıkla baktım. Elim isteğimdışında karnıma gitti ve benimde içimde bir yerde büyüyen oğlumu şefkatle hatırlamama, kollarıma alacağım günü daha bir sabırsızlıkla beklememe neden oldu.

Yüzümdeki kocaman sırıtmayla birlikte, yürüyüşüme devam ettim. Yol üzerinde durup durup sevdiğim bebekler ve anneleriyle yaptığım kısa sohbetler bu yürüyüşten aldığım zevki daha da arttırıyordu.

Sarayın kapısında bekleyen sürüyle turist, kırmızı üniformalı, siyah tüylü şapkalı askerlerin saat on bir buçuk taki nöbet değişimini bekliyorlardı.

Kocaman heykellerin yanından geçip, sarayın önünde uzanan, iki tarafı ağaçlar ve ulusal bayrakla sıralı yolu sakince yürüdüm.

St.James Parkı'nda da durum aynıydı, çimenleri yoldan ayıran şeridi atlayıp göle doğru yürüdüm. Ördekler, sincaplar, kuşlar ve gölün kenarında yürüyüş yapan insanlar... herkes öyle sakin ki, içimdeki dehşetli tufanı bir an için unutturuyorlar bana..
Gölün üzerindeki köprüden geçerken, iki genç kızın onların resmini çekmem ricası üzerine yürüyüşüme kısa bir mola verdim.
Bu küçük göl ileride muhtemelen Thames Nehri'ne bağlanıyor, kızların arka tarafında da uzaktan görünen London Eye, güneşli havada daha da güzel görünüyordu.
Kızların resimden hoşnut gülümsemeleriyle yanlarından ayrıldığım sırada çalan telefonumla irkildim. Kısa bir uğraş sonucu cebime sıkıştırdığım telefonu zorlukla çıkardım.


"Efendim?" dedim uzun süre bekletmiş olmamın endişesiyle...

"Sena?"
Sesin verdiği hisle bir an kaşlarım çatıldı, kalbim daha hızlı kan pompalarken başım döndü ve sendelememi engellemek için köprünün korkuluklarına tutundum. Yanımda bana endişeli gözlerle bakan orta yaşlı hanıma, iyiyim anlamında el sallayıp zoraki de olsa gülümsedim.
Nefesim sıklaşmıştı.

"S-sen?" dedim zorlukla..



Acaba kim geldi! 

Vote

Vote

Vote!! 

Beğendiğinizi ümid ediyor. Musmutlu günleriniz olsun diyorum. Bu arada The Tudors diye bir diziye başladım. Henry Cavill nam-ı diğer Superman'imiz sağolsun. Daha önc eizleyen varsa yorum alabilir miyim? Böyle entrika entrika mı devam edecek? 

:) 

KORKAK AŞIKHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin