8.

5.9K 418 94
                                    

Gün batımının bana getirdiği duygu hüzünden başkası değildi. Duygularımı kontrol edemezken hüznü iliklerime kadar hissedebiliyordum bazen. Üzülebildiği için sevinen bir insan vardı şu dünya üzerinde; ben. Duygularını yitirmekle yüz yüze kalmış genç bir insandan ne beklenirdi ki?
Patates gibi ifadesiz bir şekilde yaşamaktansa hüzün ve nefret rahatlatıyordu insanı.

Salondaki üçlü koltuğa attım kendimi. Derin bir nefesi salıverdim sonra. Yorulduğumu hissediyordum ancak sebebinden fazla emin değildim. Jimin'in söyledikleri mi yoksa sıkıcı hayatım mı böyle düşürmüştü beni? Jimin'i cevap vermeden orada öylece bıraktığım için pişman değildim. Hatta böyle yapmak bana oldukça doğru gelmişti.

Park Jimin'e izin verecek değildim. Bu son derece yanlıştı. Bir kertenkeleyi evlat edinmeyi tercih ederdim hatta.
Çünkü Park Jimin'i sevebileceğimi düşünmüyordum. Onunla gerçekten çok farklıydık. Muhtemelen kendine bir meslek de edindiği için evlenme yolunda ilerliyordu. Ancak ben öyle değildim. Dikkat etmem ve bakmam gereken bir kardeşim vardı. Büyükanneyi saymıyorum, o bu oyunda süttendi. Kafasına göre takılıyordu, bizi pek umursadığı söylenemezdi.

Bunun dışında Jimin gerçekten sinir bozucuydu. Borçlarını ödemekte zorluk çekiyordu, olur olmadık yerde lamba cini gibi beliriveriyordu. Ayrıca gereksiz yere insanın aklını meşgul eden şeyler söylüyordu.

Onun dışında içimdeki bir şeyler beni ondan nefret etmeye itiyordu. Bunu sahip olduğum duygu dengesizliğine bağlıyordum. Her zaman başıma gelen bir şeydi insanlardan nefret etmek. Avunduğum tek şey tüm nefretlerimin bir sebebe bağlanıyor oluşuydu. Tamam, çoğu şeyden hoşlanmıyordum ama nedensiz yere kimseden ya da hiçbir şeyden nefret etmiyordum. Bu iyiydi, yani öyleydi değil mi?

Salonun kapısından bizim iki kafadar girince aklımdaki dağınıklığı yüzeysel bir şekilde toplamaya çalıştım. Önce Mingyu bir yanıma, ardından Jungkook da boştaki yere oturduğunda ikisine de sırasıyla dönüp baktım.

Ergenliğinin doruklarında bu iki oğlanın böyle yakışıklı olmasını bir türlü anlamıyordum. Benim ergenliğim felaketti. Sivilceler, ilginç saç tarzları, gevşek konuşma stili, uzuvlarının kontrolünü devre dışı bırakan sakarlık... Yani ben yakışıklı değildim bu kadar, güzel demek şöyle dursun.

" Okulu bırakıyorum."
Jungkook rahat bir tavırla kolunu omzuma atarak konuşurken aniden başımı ona çevirdim. Yine ne saçmalıyordu bu velet?

" Neden? " diye sorduğumda göğsünü kabartarak ofladı. Omzunu silktiğinde kaşlarım daha çok çatılmıştı. Birkaç saniye boyunca cevap gelmeyince Mingyu'ya dönerek ondan bir şeyler bekledim. Dudağını büzerek bilmediğini belli edince ise yeniden kardeşime döndüm. Bacağına pek de yavaş olmayan bir şekilde vurduğumda irkilmemişti bile. Lanet olası sıkı bacak kasları...

" Bu okul beni çok yaşlandırdı. Emekliliğim geldi artık. "

Gerçekten ama gerçekten okulu bırakacağını söylediği zaman ciddi bir şey var sanmıştım. Jungkook'un tüm karakterize özelliklerini göz ardı edip okulla ilgili bir sıkıntısı var diye düşünmüştüm. Sıkıntı başlı başına benim biricik kardeşimdi. Omzumdaki kolunu tutup ona doğru attım.

Bu çocuk bazen canımı fena halde sıkıyordu. Ancak zamanlaması her zaman o kadar iyi oluyordu ki asla ona karşı bir nefret besleyemiyordum. Bir süre daha kaşlarımı çatıp tepkimi belli ettikten sonra gülmeye başladım. Ortamın gerilen havası benim gülüşümle birlikte dağılmıştı.

" Mingyu... Sen bununla nasıl arkadaş olmayı başardın? "
Mingyu akıllı, sevimli, hoş bir insan evladıydı. Ne zaman eğlenileceğini, ne zaman ciddi olması gerektiğini ya da durması gerektiği yeri çok iyi bilirdi. sevdiğim sınırlı sayıda kişilerden biriydi. Onu sevmem zaman almıştı ama küçük kardeşim gibi seviyordum sonunda. Jungkook ise Jungkook'tu işte. Asla ne yapacağı belli olmuyordu.

MARIGOLD • pjm ☑︎Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin