Öğrenci olmak, hayatımda en rahat ettiğim kimlikti. Belki kafamın iyi çalışmasından, belki iyi bir kaç öğretmenle karşılaşmış olmaktan olacak, öğrencilikten hiç şikayet etmedim. Bununla beraber ders çalışmayı da hiç sevmedim.
Sıradan bir tembellik değil bu! Okul benim mutlu olduğum bir yerdi ve oradaki insanlar kendi yakın çevremden olmadığı için bazı şeylere sıfırdan başlama imkanım oldu ve ben de bunu fırsat bilip en iyi şekilde değerlendirmeye çalıştım ve kısmen de olsa başardım.
Ders çalışmayı sevmeme sebebime gelince, okulda öğrendiğim şeylerin bana çok basit hatta gereksiz geliyordu. Hala aynı şeyleri düşünürüm, daha başka ve yararlı şeylerle uğraşmak varken bir sürü gereksiz şey tekrar tekrar önümüze geliyordu. Sadece okuldaki bilgilerle insan bir şey olamazdı. Hayatın bana zorla açtırdığı bir pencere vardı ve ben bu pencereden yaşıtlarıma göre çok daha başka şeyler görebiliyordum.
Sınıf öğretmenim daha üçüncü sınıftayken benim bu aykırı halimi fark etmiş olacak ki bana kitaplardan bahsetti. Öğretmenimin bana gösterdiği ilgi ve yakınlık sebebiyle kitapları da sevdim. Zamanla çocuk aklımla insanlardan kaçıp sığındığım bir liman oldu kitaplar. Bana bir saat ders çalışmak mı yoksa beş saat kitap okumak mı deseler gözüm kapalı ikincisini seçerim. Çünkü kitaplarda okulun ve öğretmenlerin öğretmediği şeyler var. Bir de gerçek hayatta olmayan dostlar arkadaşlar. Öyle ki kitaplardaki kötü karakterler bile çevremdeki pek çok insandan sevimli geliyordu bana.
Ders çalışmasam da sınav sonuçlarım hiç kötü gelmedi. Sekizinci sınıf da dahil hep takdir belgesi aldım. Ama beşinci sınıftan sonra hiç bir karnemi eve götürmedim. Neden mi? Aferin deyip başımı okşayan bir baba yoktu beni bekleyen. Ve sadece bir kağıt parçasıydı karne denen not çizelgesi.