Keyifli bir yazın sonrasında artık yine İstanbul'daydım. Tertemiz bir hayata sahipmişçesine bir rahatlık vardı üzerimde. Bilmiyorum sahip olduğum paradan dolayı mıdır(üç-beş kuruş işte), yoksa yaşayıp gördüklerimden dolayı mıdır farklı bir öz güven ve kendi kafasına buyrukluk edinmiştim. Ama buna rağmen hemen kendi evime çıkma imkanım yoktu.
Bağcılar'da kaldığım teyzemin eviyle, Avcıların arası azımsanmayacak bir uzaklığa sahipti. Aslında böyle bir uzaklık benim işime de geliyordu başlarda. Hem ekonomik yönden rahat ediyordum, hem düzenli bir hayatın içinde kalıyordum hem de yaklaşık 3-3,5 saatini yolda geçiren biri için tekrar kitap okuma alışkanlığıma devam ediyordum. Kitapları ne kadar özlediğimi de bu 5 aylık süreçte anlamıştım.
Yeni okul arkadaşlarım -ki sayıları bir anda 100'ü buldu- her gün okula elinde kitapla gelen beni görüp önce yadırgadılar, sonra da hayran kaldılar. Tabi hayran kalınan tek yönüm kitap okumam değildi. Lisenin aksine, hiç bir plan yapmadan, hiç bir öngörüde bulunmadan gelişine yaşıyordum. Sıfır problem yaşamaya yönelik bir düşüncem vardı ve bunu epey de başardım.
Üniversiteyi kim nasıl görür bilemem ama benim için liseden hiç bir farkı olmayan, biraz serbest ve daha kalabalık bir ortamdı. Ve en güzel yanı insanların giyinişlerine göre hemen hangi düşünce yapısında olduğu hakkında fikir sahibi olunabiliyordu. Dahası pek çok genç büyük hayaller peşinde koşmaya, bir hareket, bir düşünceye angaje olmaya, taraftar olmaya çalışıyordu. Şunlar, bunlar, onlar... Bir sürü grup, kendi sürüsüne koyun toplamaya çalışıyordu. E tabi buluyordu da. Benim Che Guevara gören yoldaş diye hitap ediyordu, Mevlana gören kardeş diye hitap ediyordu. Ve bana gittikleri yolla alakalı propaganda yapıyorlardı. Fakat ne benim okuduğum sosyalizm ve komünizm onun anlattığına benziyordu, ne de okuduğum Mevlana ve İslamiyet berikinin anlattığına. İki tip de samimiyetsizdiler ve onlar gibi fikirlerini savunan kimse varsa. Ben kendi halimde, tek kişilik bir hareketin tek lideriydim. Ne diye aklımı başkasına kiraya vereyim ki!
Birinci sınıfta hemen her bölüme mecburi verilen iki ders vardı; Türk Dili ve İnkılap Tarihi. O dönem yaşadığım en büyük olay da bu derslerde oldu. İki ders hocasıyla ders esnasında tartıştık. Amfideki 200 kişilik öğrenci grubunun çoğundan da aldığım rüzgarla daha cüretkar konuşabilmiştim. Bana 18-19 yaşına gelen birine hala daha anadil öğretilmesi garip geliyordu. İtirazım buydu ama hoca başka şekilde anladı. Diğeri ise daha felaketti çünkü buradaki söylediklerim daha sivriydi. Kocaman bir tarihte sadece bir adamın anlatılması ve onun hatasız kabul edilmesi bana hep tuhaf gelmiştir. Sanki bütün cephelerde tek başına savaşmış ve tek başına kazanmış gibi dahası hiç hatası yokmuş gibi anlatılması insanları kandırmaktı. Bunu ifade ettiğimde hocadan önce zıplayan eksik etek bir kaç mendebur kalkıp beni "Atatürk düşmanı" olmakla suçladı. Dahası "Okuduklarından nasıl biri olduğun belli zaten!" gibi bir söz etti ama ben o sözü hala zihnimde bir yere koyamadım. Okuduklarım ne? Ben nasıl biriyim?
Netice olarak alan derslerinin hepsinden iyi notlarla geçmeme rağmen İnkılap Tarihi'nden "DD" ile geçtim. İtiraz ettim mi? Hayır. Çünkü böyle "nato mermer, nato kafa" olan, sünepe beyine niye yalvarayım ki! Bana laf söyleyenleri ve suçlayanları kafaya takmamak için uğraştım, tutmaya çalıştım kendimi bir şey yapmamak için ve başardım. Artık uslanmıştım.
@R$W