-1-

7.8K 174 42
                                    

Bir kasaba 1912

Güneş hiç olmadığı kadar parlak doğmuştu o gün kasabanın tepesine. Her karış toprak, güneş ışığının ve havanın getirdiği güzellikle parıldıyordu sanki. Genç kız o sabah erkenden uyanmıştı, zaten tüm gece heyecanından uyuyamamıştı ki. Akşamdan beri içi içine sığmıyordu, yatağında dönüp durmuş, kalkıp kitap okuyarak vakit geçirmeye çalışmıştı fakat babaannesinin namaza kalktıktan sonra hala yanan ışığı görüpte odasına girerek onu azarlamasıyla mecburen uykuya dalmaya zorlamıştı kendini. Yaklaşık yarım saat sonra da kendini rüya alemine teslim etmişti. Şimdiyse hızlı bir şekilde yatağını toplamış, üzerini giyinmiş, saçlarını özenli bir şekilde düzeltmiş ve koyu yeşil eşarbını takmıştı başına. Hilal'e en çok yakışan renklerden bir kaçıydı bunlar. En azından babası minik serçesine hep bunları yakıştırırdı. Koyu yeşil, gök mavisi, pembe... gözlerinin maviliğini açığa çıkartan her rengi severdi babası. O kadar uzun süredir görmüyordu ki onları, burnunda tütüyorlardı hala. Annesinin billur sesini, babasının içini ısıtan sarılışlarını özlemişti. Neyse ki bugün sondu, bitiyordu hasreti. Annesi de, babası da dönüyordu bugün o cehennemden farksız yerden. En azından Hilal'in halktan duyduklarıyla kafasında oluşturabildiği en vahim manzaranın cehennemden bir farkı olmazdı.

Babası daima vatanına sadık, onun için canını bile vermeye çekinmeyen başarılı bir Osmanlı subayıydı. Annesiyse, sırf babasına daha yakın olabilmek ve en azından onun gibi vatana hizmet edebilmek için cephelerde hemşirelik yapmaya başlamıştı. O gün bugündür, hep birlikte giderlerdi cephelere. Azize ve Cevdet'i hem kendi aşkları, hemde vatana duydukları aşk bir türlü ayıramamıştı birbirlerinden. Sonucunda da Ali Kemal, Yıldız ve Hilal dünyaya gelmişti. Hilal babaannesinin adını seslenmesiyle birlikte kurtuldu düşüncelerinden, silkinip kendine geldi ve odasından çıkıp, hevesli adımlarla indi merdivenleri. Ne zaman gelirdi acaba annesiyle babası? zira artık Ali Kemal ve Yıldız'ın atışıp durmasından bıkmış usanmıştı. Ne Hilal, nede babaannesi onları bir türlü yatıştırmayı beceremiyorlardı. Dışarıda yükselen seslere bir türlü anlam verememişti Hilal. Sabahın oldukça erken bir saatiydi üstelik, ahalinin çıkardığı sesler olsa bile gerçekten garipti. Günün her saati oldukça hareketli olurdu yaşadıkları yer fakat bu farklı, içine sinmeyen türden bir hareketlilikti Hilal'e göre. Belki de annesiyle babasının hala gelmemiş olmasının verdiği endişeyle kendi kendine yaptığı kuruntudan ibaretti.

''Babaanne, annemle babam ne vakit gelir dersin? tam tamına altı ay oldu. İyilerdir değil mi? başlarına bir müsibet gelmemiştir değil mi?''

''Merak etmeyesin güzel yavrum, bir müsibet gelse haber alırdık elbet. Kolay mı o kadar yolu bir çırpıda gelmek?''

''Madem öyle diyorsun... yardım edilecek bir şey var mı? şayet yoksa bir matbaaya uğrayayım diyorum.''

''Yok... yokta... ne ararsın o matbaada o kadar bilmem! bir günde oturasın oturduğun yerde, başına bir iş gelecek.''

''Olmaz birşey babaanne. Güçleri yetmez.''

''Hadi oradan...''

Babaannesinin kızgın, endişeli bakışları ve çatık kaşları karşısında gülümsedi Hilal. Onu düşündüğünü biliyordu lakin o da annesi ve babası gibi bir şeyler yapmak istemişti. Kendisinin en büyük silahı düşünceleriydi, düşüncelerini kağıda dökebildiği kalemiydi. Bu yüzden matbaada, gazete yazılarını yazmakta bulmuştu o da çareyi. Hem istedikleri kadar uğraşsınlar, düşüncelerini kim zincirleyebilirdi ki? o yaşadığı sürece kimin gücü yeterdi susturmaya? kalemini kırmaya? elbet kimsenin, en zaliminin yapabilecekleri işlemezdi onun kalemine.

Aniden evlerinin yılların eskittiği ahşap kapısı, büyük bir gürültüyle çalınınca irkildi. Öyle sert vuruluyordu ki, sanki kapı menteşelerinden kırılıp devrilecek gibi gıcırdıyordu. Kapıyı açmak üzere babaannesinin yanından geçip giderken, merdivenlerden yüzlerinde belirgin bir şaşkınlık ifadesiyle inen Ali Kemal ve Yıldız'ı gördü Hilal.

Kupa Kızı ve Sinek ValesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin