Doğu
Eren, Semih'le beni meydanda indirmişti ve ufak bir işi olduğunu daha sonra bana geleceğini söylemişti ama kim bilir gene ne işler peşindeydi?
Semih'le, gri gökdelenlerin çevirdiği küçük meydanda yürümeye başladık. Sanki diğer tüm renkler yasaklıymış gibi, her şeyin gri olması insanın içini karartırıyordu.
Meydanın tam ortasında, hükümetin her alana koyduğu hologram şeklinde reklamlar vardı. Ve bu reklamlar yüzünden, bizler bu meydana asla, tam olarak yaklaşamazdık. Hele ki geçmiş zamanlarda, insanların eylem yapmak için böyle alanlarda toplandığını bilmek, bana gerçeklikten uzak bir hayal gibi geliyordu.
İstesek böyle bir şey yapamaz mıydık peki? Yani, haklarımızı aramak için meydanlara dökülemez miydik? Açıkçası, ben böyle bir şeyin mümkün olacağına inanmıyordum. Halkın üstünde öyle büyük bir baskı vardı ki, değil toplanmak, eleştirilerinizi sürekli devriye gezen polislerin duyacağı kadar yüksek sesle yaparsanız, gözaltına bile alınabilirdiniz. Ben, şahsen Eren malı yüzünden, çok değil birkaç ay önce bu sebeple karakola düşmüştüm. Hatta, Semih'in avukat arkadaşı Nil olmasa içeriden zor çıkardım.
Ülkede durumun böyle olması, yani fikirlerinizi bile belirtemediğiniz bir yerde yaşamak hayli üzücüydü. İnsan haklarını sonuna kadar savunan biri olarak, bu adaletsiz yaşam hayli canımı sıkıyordu. Ne yani, bizden daha çok parası olanlar, insan olarak daha mı değerliydi? Kimin ne kadar değerli olduğuna kim karar veriyordu?
Kendi düşüncelerimden sıyrılıp, önümdeki hologramı izledim bir süre. Devlet için önemli isimlerden biri önünde bekleyen halka öğütler veriyordu. Şöyle ki halk, o adamın önünde minik bir noktadan farksızdı ve adamın her söylediğini büyük bir alkışla destekliyorlardı.
Ülkemiz için çok çalışmalıyız... Daha çok çalışmalıyız...
Söylediklerini duyunca gülmeye başladım istemsizce. Ben, şahsen o Allah'ın belası santralde köpek gibi çalışıyordum. Bazen öyle bir denk geliyordu ki, günlerce gün ışığı görmediğim bile oluyordu. Peki, karşılığında ne alıyordum? Sıfır... Başımı sokacak kutu kadar bir evde, yerin bilmem kaç kat altında yaşıyordum.
Aslında, ben çalışmaya karşı değildim.
Karşı olduğum şey, böylesine adaletsiz bir hayatın içinde köle gibi yaşamaya çalışmaktı.
Oturduğumuz gökdelenlerde bile hiyerarşi sistemi vardı. İnsanlar, kazandıkları paraya göre yerin en dibinden en yüksek katına kadar belli bir sıraya göre dizilmişti. Mesela ben ve benim gibiler yeraltında yaşarken, en yüksek katlar tabi ki devletin en önemli çalışanlarına tahsis edilmişti. Sanki gökyüzünü görmek, bir tek onların hakkıymış gibi...
Sonuç olarak sanki bir lütuf olarak verdikleri kölelik hayatına şükretmemizi bekliyorlardı ve ne yazık ki ben hiçbir zaman böyle biri olmamıştım.
Yanımda dikilen Semih'e baktım. Onun da benim gibi düşündüğünü biliyordum aslında ama şu an bunları konuşmanın ne yeri ne zamanıydı. Gidelim, dedi kafasıyla ve eve doğru yürümeye başladık.
Telefonun çalmasıyla, kulaklığımı taktım ve aramayı cevapladım. Annem, bu sefer beni kesin öldürecekti.
"Annelerin sultanı?" dedim büyük bir sevecenlikle. Belki biraz yumuşardı.
"Doğu? Oğlum iyi misin? Yüreğime iniyordu valla. Tamam dedim bu sefer kesin ölüyorum."
Annemin telaşlı sesini duymak içimi acıtmıştı. Kadının zaten bir sürü derdi vardı, bir de benimle uğraşıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BİR SIFIR
Science FictionBir ve sıfır... Tüm dünyayı kontrol eden iki sayı... Günümüzden 200 yıl sonra, İstanbul'da, tüm hayatları bu iki sayı yüzünden değişen iki genç insan... Doğu ve Çakıl...