BÖLÜM 3: SÖYLE MAJESTELERİ...

3.4K 245 59
                                    

Bölüm Müziği: Çağan Şengül - Bu Rüya

"Sonsuz gibi gözüken ufka bak, ne görüyorsun orada?"

O gün, gizlice çıktığımız o eski yıkık dökük okul binasının çatısından, güneşin batışını izlediğimizde bana bunu sormuştu. Hızla çantamı çıkarıp kâğıt kalem aramaya başladığımda ellerimi tutmuştu. Şaşkınca ona baktım. O ise çoktan bir elimin avcunu dudaklarına yaslamış ve üfleyerek konuşmuştu: "Seni..."

Gülümsedim. Ben de boşta kalan elini tuttum. Avcunu dudaklarıma yasladığımda üfleyerek onun bana yaptığını taklit etmeye çalışmıştım: "Ssssenni..."

Gülümsedi. O zaman hafif çekik olan kahverengi gözleri gülüşünde kaybolmuştu. Alnına dökülen uzun dalgalı saçlarını, kafasını sağa sola sallayarak geriye doğru atmaya çalıştıktan hemen sonra yine avcuma konuşmuştu: "Öğreniyorsun, bacaksız..."

Sırıttım ve kafamı salladım. Dudaklarıma yakın olan eli yüzümü avuçlayınca, yüzümü buruşturmuştum. Diğer elini de enseme yaslayıp beni kendisine doğru çekti. İşte o zaman sımsıkı sarılmıştı bana. Fakat bu hareketi yüzünden oturmuş olduğumuz yerden düşecek gibi olunca ikimiz de ciddi bir panik yaşamıştık. Birkaç saniye geçtikten sonra yaptığımız bu çılgınlığa bu sefer gülmeye başlamıştık.

O gün, ufka baktığımız güneşi yutan tabiatta, artık kuraklaşmış olan dilimde yeni bir sözcük filizlenmişti. 'Seni...' Ona söylemek istediğim cümlenin ilk aşamasını başarmıştım. Fakat nerden bilebilirdim ki, bunu ona söyleyemeyecek kadar kendi içimde kaybolacağımı... Onu ve beni zamanın en kırılgan noktasına hapsedeceğimi... Sonra da kırılan tek şey zaman olmayana dek bizi yok edeceğimi...

Öyleydik işte. Sarıldık birbirimize. Bazen sırf yapacak bir işimiz yok diye tutunurduk bedenimize. Ellerimize. Yanaklarımıza... Yan yana oturduğumuzda ayrı düşmemiz mümkün değildi. Sokulurduk birbirimize. Ara sıra, üç beş lira kazanabilmek için çabaladığı işinden saatlerce çalışmaktan yorulmuş bir şekilde uyuklardı benim omzumda. Kıpırdamazdım sırf o uyanmasın diye. Belki de onu en çok sahiplendiğim zaman tam o anlarda olurdu. Kafede bile olsak, arkadaşlarımın fazla ses çıkarmaması için türlü türlü hareketlere başvururdum. O da bunu yakalayınca alırdı bir gülme. Uykulu yüzüne ne çok yakışırdı bir Ogün Enes gülüşü, bilmezdi... Kendisini benim gözümden bir gün görse belki o zaman severdi Ogün Enes'i, o umursamaz adam...

Fakat şimdiki olay çok başkaydı. Herkes onu sadece umursamaz adam olarak görüyordu. Annem de dâhil... Çünkü az önce, annemin markette karşılaştığı Ogün'e öfkeyle birkaç söz söylediğini ve bir tokat attığını öğrenmiştim. Annemle kavga ettim. Öyle ki evdeki birkaç eşya artık toparlanamayacak kadar kırılmış bile olabilirdi. Ayakkabılarımı nasıl giydiğimi, evden nasıl çıktığımı ve Ogün'ün evine doğru nasıl koştuğumu tam olarak hatırlayamıyorum. Kriz geçiriyor gibiydim. Titriyordum. Ağlayamayacak kadar... Soluklarım bana yetmiyordu. Oysa daha birkaç adımlık mesafe koşmuştum...

Ogün'ün evine geldiğimde hiç düşünmeden ufak birkaç basamağı çıktım ve tahta kapının yüzeyine vurmaya başladım. Uzun uzun, o kapıyı açması için, şiddetle çalsam da, hiçbir hareketlilik belirmemişti o evde. Birkaç adım gerileyerek pencereden içeriye bakmaya çalıştım. Boyum yetmiyordu. Sadece karşı duvarı görebilmiştim. Omuzlarım çökerken çaresiz gözlerle etrafıma bakındım. Sokak boştu. Bu sefer kaldırımın üzerine oturdum. Cebimdeki telefonu çıkarıp Ogün'e mesaj atmaya başladığımda, ekrana dökülen gözyaşlarımı görmemle ancak o zaman ağladığımı fark edebilmiştim. Çünkü hâlâ kendimi sakinleştiremeyecek kadar titriyordum.

Ogün neredesin?

Sorun değil.

Verdiği cevaba kaşlarımın çatıklığı derinleşmişti. Birkaç saniye ne yazacağımı bilemedim. Öylece telefonunun ekranına bakarak avuçlarımın içini dolduran hırkamın kollarına gözyaşlarımı siliyordum.

Seni görmek istiyorum.

İşlerim var.

Bahane uydurma, lütfen...

İşim var.

Sana mani olmam, yanında olayım yeter.

Evime geldin değil mi?

Kafamı çevirip evin kapısına bakındım, hemen ardından da pencereye... Burada değildi.

Evet.

Gerçekten bu kadar değişebildin mi Mısra?

Nasıl yani?

Sorun değil, bacaksız.

Buna da alışabilirim.

Hıçkırıklarım çoğalırken gözlerimi kaldırıp gökyüzüne baktım. Kendimi sakinleştirmem gerekiyordu. Mantıklı düşünmeliydim. Onu nerede bulabilirdim? O...

O...

Gökyüzünü buğulu bir şekilde izleyen gözlerimi hızla temizlerken kaşlarımı çattım. O... Oradaydı!

Hızla oturduğum kaldırımdan kalkıp yürümeye başladım. Acele etmeliydim. Onu kaybedebilirdim... 10 ila 15 dakikalık bir zaman aşımından sonra sonunda eski okul binasına ulaşabilmiştim. Fakat eski, yıkık dökük bir harabeye dönüşmüş olan okulun köşesini dönene kadar, Ogün Enes çoktan kapısından çıkıp, sırtı bana dönük bir şekilde sakin adımlarla yürümeye başlamıştı bile...

Avucumun içinde kıvranmakta olan telefonumun kilit ekranını açıp, hâlâ titremekte olan parmaklarımı umursamadan mesaj bölümüne girmiştim.

Pamuk Prenses'in elinde artık bir elma var.

Başımı kaldırıp ona baktım. Cebindeki telefonu çıkarsa da hâlâ yürümeye devam ediyordu.

Öyleyse onu yememeli...

Ama o bir ahmak!

Öyleyse bunda bilinçlenmeli...

Birilerinin onu uyandırması gerekmez mi?

Okulun diğer köşesine geldiğinde ilerleyen adımlarını durdurmuştu. İşte o zaman kafasını çevirip bana baktı. Şaşırdım. Oysa beni fark etmediğini sanmıştım. Giderek karanlığın sızdığı gökyüzünün altında çok ufak bir esinti belirdi. Göz göze gelmemize direnmek ister gibi... O esinti iliklerime kadar işleyen bir ürpertiyle son buldu. Bir mesaj sesine irkilmem gibi... Zorlukla da olsa kafamı eğip attığı mesajı okumaya başladım.

O halde söyle majesteleri...

Yeniden başımı kaldırdığımda, ona kafamı sağa sola sallayarak gözyaşlarımın arasından baktım. Ogün Enes, buruk bir tebessümle bana selam verir gibi kafasını bir kez salladı. Ardından harabe okulun yanından sıyrılıp gitti. Ben ise hâlâ sorduğu sorunun içinde parçalara ayrılıyordum...

Sen ekselanslarına ne yaptın?

ayten okay

12 GECE | OGÜN ENESHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin