Merhaba millet, kafanızda bir takım garip ve cevapsız sorular oluştuğunun farkındayım, fakat her şeyi tek seferde açıklarsam bir anlamı olmaz değil mi? Cadı kanı ile ilgili, hikaye 100 oy falan aldığında bir takım soruları cevaplayacak bir bölüm yayımlamayı planlıyorum. Bunun dışında şuan Miranda ile olan soru belirsiz anlaşma, Tiana ve anılar, hala tam olarak anlatmadığım Alex'in ailesinin ölümü ve William'ın Alex ile ilgili nereden bilgi bulduğu gibi sorularınız var. Söz veriyorum hepsi cevaplanacak, sadece sırasını beklememiz gerekiyor. Artık bölüm şarkılarına daha çok önem vereceğim, zaten oldum olası da sevmişimdir birilerine şarkı önerisi yapmayı ;)
İyi okumalar, oylarınızı ve yorumlarınızı heyecanla bekliyorum.
Nasıl hatırlamam zaten? Her şey doğum günümden iki ay öncesinde, Jack ve benim ailelerimizin pikniğe gitmesiyle başladı. Tianna’yla orada tanıştık.
Benim için yeni bir en yakın arkadaş demekti. Zaten o yaşlarda birlikte oynadığın herkes arkadaş olmaz mıydı?
***
Pembe elbiseli sarışın kız, gözleriyle fırıl fırıl etrafa bakarken sonunda bana döndü. Ne kadar da sevimli bir kız o öyle… Keşke benimde öyle ipek gibi sarı saçlarım olsaydı. Yerinden kalkıp gelip yanıma oturdu. Tekrar utangaç bir şekilde ona baktım ve karnıma çektiğim dizlerimle suratımın yarısını kapadım. Kocaman insanlar olmuştuk, tam beş yaşındayız ama ben hala utangacım.
Bana gülümsedi ve bir süre sonra bende ona gülümsedim.
“Kimi bekliyorsun?” diye sordu sakince.
Tabiî ki de en yakın arkadaşımı!! Jack kurabiyeleri alıp gelecekti, neden bu kadar uzun sürdü acaba? Annemler yoksa bize vermekten vaz mı geçtiler? Ama hani bize yapmışlardı?
“Bir arkadaşımı.” diye mırıldandım sonra başımı dikelttim. Utanacak bir şey yok, muhtemelen o da beş yaşında ve ben yeterince havalıyım.
“Bende bekleyebilir miyim? Benim hiç arkadaşım yok.” dedi üzgün bir sesle.
Hadi ama, tembel tavşanın bile kaplumbağa arkadaşı vardı. Sonra pamuk prensesin tam yedi tane cüce arkadaşı vardı! Onun yalnız olmasına gerek yok değil mi?
Başımı salladım. “Eğer benimle beklersen, arkadaş olabiliriz.” Gülümsedim.
***
İlk tanıştığımızda sadece bir seferliğine Los Angeles’a gelmişlerdi ve açıkçası ondan ayrılmak istemedik. Jack, ben ve Tiana o gün çok iyi anlaşmıştık. Tabi beş yaşında iki çocuk ve altı yaşında bir kız ne kadar iyi anlaşabilirse.
Tianna’yı daha sonra tesadüfen, aynı yerde, on bir yaşımda bir piknikte gördüm. Sonra konuşmalar ilerledikçe ailelerimiz de tanıştı ve o yıl bizim olduğumuz eyalete taşınmalarıyla, daha çok görüşmeye başladık. Biz hep üçümüz takılır, birlikte gizli gizli büyüler denerdik. Başka kimse Tianna’nın yerini tutamazdı sanki.
Her ailenin, en azından büyücüğü aile mirası haline getirenlerin, büyülerini sakladığı ya da biriktirdikleri bir yer ya da eşyaları vardır. Bizimki eski bir defterdi. Fakat Tiana evlatlık olduğu için, onun aile yadigarı parşömenlere dokunmaya bile hakkı yoktu. Ama bu hiç sorun olmadı. Ben eski defteri elime aldıkça anlaştığımız meşe ağacının altında buluşur ve en yasak ve en gizli büyüleri denemeye devam ettik. Ben gittikçe iyiye gittiğimi hatırlıyorum. Çünkü her ne kadar çoğu cadı inkar etse de, cadı güçlerini bir tür büyücülüğe dönüştürmek yetenek işidir. Ben de bunu ailemden almış olmalıyım. Teşekkürler ailemi ölüme götürecek genetik becerilerim.
O zamanlar başka hiçbir arkadaşımızla geçirdiğimizdekine benzemiyordu. Tianna’nın sarı saçları ve kendi çapında bir havası vardı ve Jack’le ben o zamanlar iki saf çocuk olduğumuzdan üçümüzün asla ayrılmaması gereken ufak bir grup olduğunu düşünmeye başladık. İki ay içerisinde Tianna’yla gereğinden fazla şey konuşmuştuk ve gece yatılılarına başlamıştık.
Doğum günümde, gece Jack ailesiyle kalması gerektiğinden bizimle kalamadı. Fakat o gece Tianna’yla yaptığımız şey… Kafama haritayı koyduğu an…
Onları bir daha hiç görmedik. Ama bir yıl, benim on üçüncü yaş günüme kadar vaktimiz vardı. Bunların hepsini notlarla tüm detaylarıyla öğrenmiştik, her şeyin bitmesini ve aptal renkli oyunlarımıza geri dönmek istemiştim fakat doğum günümden bir gün önce ailemi yanarak kaybedince, hayatım boyunca bir daha renkli oyunlar oynamayacağıma kendime söz verdim. Anlatmaya dilim varmıyor çünkü bunların hepsi çok fazla. Çünkü bunların hepsi çok acı. Çünkü o zamandan beri doğum günlerimi kutlayamaz oldum ve zaman zaman eski en yakın arkadaşımın döndüğünü rüyamda görüyorum. Bu yüzden Jack’lerde kalmak daha kolay. Yalnız olmayınca, kafamı dağıtacak bir sürü şey oluyor.
“Jack üzgünüm ben yapamam. Herhangi bir nedenden dolayı bir yabancıya daha güvenmeyi göz önüne alamam.”
Önce biraz yere, sonra kısa bir anlığına da bana baktı. Konuyu dağıtmak istercesine ayaklandı. “Her neyse. Kendine dikkatli ol. Hatta bu gece yine bize gel. Takılırız. Her zamanki gibi. Ama şimdi benim çıkmam lazım. Görüşürüz.”
O kanepeden kalkıp önümden geçtikten sonra birden kafamda beliren soruyu ona sordum. “Sen basket takımına geri dönmüştün. O gün antrenmandan sonraki iddia meselesini seninde duymuş olman demektir bu. Bana neden söylemedin?”
“Orada değildim çünkü. O günkü antrenmana katılmadım.”
Kafamı çevirip ona döndüm. “Neden?”
“Herkesin işleri var Alex. Ben şimdi gitmeliyim.”
O adım atarken tekrar konuştum. “Şimdi nereye gidiyorsun?”
Saçlarını karıştırdı. “Bunu sonra konuşuruz olur mu? Gerçekten acelem var.”
“Olur Jack. Sonra görüşürüz.”
Jack usulca kapıdan süzülüp çıkarken, gözlerimi kısıp bir süre etrafıma bakındım. Bir şeyler, bir şeyler kafamın bir kenarına saklanmış benden kaçıyordu ama neydi? Uzun zamandır aklıma gelmeyen o şey neydi?
İçimi bir huzursuzluk kapladı. Hemen düşünce modumu almak üzere üst kata fırlayıp önce kaynar denecek kadar sıcak, sonra gittikçe serinleşen bir duş aldım. En rahat ve en huzurlu şort kısa kollu kareli takım pijamalarımı giydim ve uzun zamandır büyüler sayesinde kullanmam gerekmeyen siyah köşeli gözlüğümü taktım. Alt kata inip en az üç çeşit abur cubur hazırladıkta sonra kanepenin ortasına oturdum ve öncelikle cipsten yemeye başlarken kendimi huzurun kollarına bıraktım. İki dakika tıkındım ve cipsi bırakıp ellerimi sildikten sonra başımı rahatça arkaya yaslayıp dizeleri mırıldanmaya başladım. Bu büyü, beni bir nevi kafamın içinde istediğim yere, hatırlamadığım her şeyin asılı olduğu karanlık derinlere bilincim açıkken gidebilmemi sağlayan bir büyüydü ve açıkçası bilinçsiz bir şekilde yapıldığında ciddi zihinsel hasarlar verildiği de görülmüştü. Bu yüzden dikkatle mırıldandığım dizeleri sessizce bırakırken kafamın içinin karanlığının beni kendine çekmesine izin verdim. Koridor büyüsüyle karanlık bir boşlukta süzülen zihnimin içindeki her şeyi görebiliyordum. En son Jack’in çıkarkenki dikkat ettiğim garip hareketlerindeki detaylar, yakın çekimde izlediğim William ve gözleri, Miranda’nın koridorda ilerleyen koca kıçı, bir takım aniden çarpan karmaşık duygular… Ben zihnimin içinde süzülürken tarihten kalma ders çalıştığım bir gün biriken coğrafi kelimeler askılarını da geçtikten sonra hatırlamadıklarımın olduğu, zihnimin arkalara attığı o sisli alanı görmeye başladım.
Geçen haftalarda büyükannemin-hiç tanımadığım büyükannemin-doğum gününü unutmuştum. Doğru ya bizim takvimde görüşmesek bile tüm akrabalarımızın özel günleri yazardı ve düzenli olarak kart yollanırdı. Sonra yarına olan kompozisyon ödevi vardı. Bir ay önce verilmişti. Unutmam çok normal değil mi? Biraz daha ilerledikten sonra büyük beyaz kapılar dikkatimi çekti. Ah tabi ya! Zihin oyunumuz. Saray hala kafamda bir yer kaplıyordu tabi ki ve ben onu bir büyüyle arınmadıktan sonra kafamdan çıkaramazdım tabi. Geri geri gidip büyüyü araştırmayı planlarken, kendime hakim olamayıp kapıları bir kez daha ittim. Siyah beyaz karolar tekrar önümde belirirken, bedenimi bulduğumu-sarayın bir kuralı-ve tekrar parmaklarımdaki siyah ojelerin uçlarının bozulduğunu gördüm. Puff.
Hiç zaman kaybetmeden hemen altın sarısı trabzanlara tutunarak üst-gri kata çıktım ve kaldığım yerden devam etmek üzere her biri bir renk olan kapılara bakındım. Şuan nereye bakarsam, onunla ilgili bilmediğim bir bilinçaltı ipucu bulurdum? Etrafta titrek ve heyecan dolu adımlarla ilerlerken boncuk mavisi kapı dikkatimi çekti. Kapıya yaklaştıkça içimdeki heyecan artarken, en sevdiğim renkle şansımı denemeye kadar verdim.
Kapıya dokunmamla birlikte kilitli olduğunu anlamam bir oldu. Ama bir zihin oyununun güzel yanı, kilitler dahil her şeyin hayal gücünüze kalmış olmasıdır. Bense sadece kapının ittiğimde açılacağına inandım ve itmemle kapı aralandı. İçeriden karanlık sızmasına rağmen sessiz adımlarla içeri süzülüp kapıyı ardımdan kapadım. Açıkçası şuan kusacak kadar korkmuş bir haldeyim ve biri beni korkutursa intikam olarak onu boğabilirim fakat ne yaparsınız işte, hayat sınırlarınızın bittiği yerde başlıyor ve bazen korku bunlardan biri olabiliyor. Bende her şeye rağmen usulca ilerlemeye başladım.
Burası ufak bir tamirci dükkanından farksızdı fakat tek kelimeyle buranın bayağı eski bir yer olduğunu söyleyebilirdim. Tahta döşenmiş ve nedense bana tanıdık gelen bir bahçeye bakan tozlu pencereye yürüdüm. Usulca sızan bir damla ışık, içeri aydınlatsa da burası hala çok ürkütücüydü. Tahta eşyaların üzerinde parmaklarım bir tüy misali hafif dokunuşlarla gezinirken, odada bulunan değişik ot kokusu dikkatimi çekti. Bunlar bir şeylerin karışımıydı ama neylerin? Dolapların arasından geçip arka taraf tezgahlarına ulaştığımda zaferle gülümsedim. Burası bir cadı deposu olmalıydı! Çünkü bunların hepsi kolay kolay etrafta bulunmayan orman otlarıydı ve yağmur ormanları gibi derin yerlerden gelme ölü böcek kavanozlarıyla birkaç farklı canlının iç organı bunların kesinlikle cadı işi olduğunu haykırıyordu resmen. Biraz daha dolandıktan sonra paslanmış kilitli bir kasa gördüm. Üzerinde kurumuş vıcık vıcık etrafa yayılmış otlarda vardı. Görende okyanusun derinliklerinden çıkarıldı sanardı. Bir süre sonra bunun mantıklı gelmesiyle kasayı zorlamaya başladım. Ama hiçbir şey olmadı. İnandım, yine kilit açılmadı.
Kasayı yerinden oynatmak için olan tüm çabalarım boşa çıkarken fark ettim, bazen saraylarda değiştirilmez noktalar olur. Bazı resimler gibi. Sarayların zihin kurucuları buraları saklayamaz fakat giriş yolu da açmaz. Bu yerler, bir nevi anahtarı hiç üretilmemiş kilitli bu kapılar sizin için gerçek hayattaki yerini bulana kadar sır olarak kalırlar. Bunu tekrar test etmek üzere aptal kasaya vurdum ve ses bile çıkmayınca ikna oldum. Sonra arkamdan adım seslenilince arkamı dönüp sertçe belimi kasaya vurdum.
“Senin ne işin var burada?”
Bana bakan mavi gözlerle gözlerim buluşurken, William’ın capcanlı bir şekilde karşımda durduğunu fark ettim. “Bir daha oynamayacağız sanıyordum.”
“Kafamın içinde görünce bir bakayım dedim.” diye mırıldandım.
Bana iki adım atarken gözlerini benden ayırmadı. “İyi misin?”
“Neden kötü olayım ki?”
“Demin belini sert bir şekilde çarptın.”
Bir an dönüp kasaya baktım ama onun kilitli kapısını bulduğumu öğrenmesin diye sanki hiç fark etmemişim gibi yapmaya karar verdim o an. “Hayır ben iyiyim. Sorun yok.” Ellerimi dayadığım kasadan çekip bir adım ileri atarken ellerimi ve üstümü de sirkelemeyi unutmadım.
Yine de bana doğru ilerleyip bir elini belime koydu ve arkama eğilip belime baktı. Nefessiz bir şekilde kendi çapında yaptığı kontrolü bırakması için bekledim ama sanki biraz uzun sürdü. Kalça kemiğimin hemen üstünde duraklayan elini çekmeden başını geri çekip bana baktı ve sonra muzipçe gülümsedi. “Neden nefesini tutuyorsun?”
Nefesimi bıraktım. “Şuan bir zihin oyunundayız, nefesimi tutmam bir eylem değil, sadece bir düşünce.” diye mırıldandım. Bekledim elini oradan çekmesini ama o çekmeyince istemeden içime dolan heyecandan kurtulmak için tekrar konuşmaya başladım. “Burası neresi?”
“Bunu senin bulacağını sanıyordum.” Kendi kendine gülüşü heyecanımı yatıştırma çalışmalarıma pek de yardımcı olmadı.
“Peki neden böyle bir yeri oyuna kattın ki? Çok tanıdık geliyor.”
“Hm-hm.” Biraz daha yaklaştı.
“Ne yapıyorsun?”
“Seni hissetmeye çalışıyorum. Yani gerçekten.”
“Zihnin bir sınırı var biliyorsun değil mi?”
Görüntüsü kesikleşirken telaşlandım ve dikeldim. Elini çekip ensesine götürdü. “Neler oluyor?”
“Sadece oda değiştirdim. Biliyorsun hareket ederken oyun duraksıyor.”
Gözlerimi devirdim ve bir kez daha odayı süzdükten sonra kapıya ilerledim. Kapıdan çıktım ve peşimden gelmesini bekledim fakat gelmedi. Kapı usulca kapandı ve bomboş koridorda kendimi aniden daha da yalnız ve soğukta hissettim. Merdivenlere atılıp aşağı indim kapıdan çıkar çıkmaz gözlerimi kapatıp zihnimin beni dışarı atmasına izin verdim. Gözlerimi açmamla salonumu gördüm ve başımı sıkkın bir şekilde iki yana sallayıp ayağa kalktım.Beni tekrar oraya döndüren dürtü, şimdi o garip odayı araştırmamı isteyen dürtüyle aynıydı. Ve bilin bakalım ben şimdi hangi dürtümü takip edeceğim?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Witching Game
Teen FictionBu bir "Cadı Hikayesi", Alex talihsiz bir kaç olay sonrası ailesini kaybetmiş ve en yakın arkadaşından başka kimsesi olmayan, vurdumduymaz ve fevri bir cadı. Hayat ona güzel, tabi kimse sırrını öğrenmediği sürece. Ama biri sırrını öğreniyor. Ne diye...