Nefes alışverişimi duyabileceğim kadar boş, bedenimi ancak duvarlara sürüyerek ilerletebileceğim kadar dar bir koridorda yürüyorum. Dokunduğum, hissedebildiğim her bir nokta bembeyaz, lekesiz. Tek bir pencere dahi yok, bu pürüzsüz koridoru neyin aydınlattığını bilmiyorum. Nereye gittiğimi bilmiyorum, ama geri dönmek de istemiyorum. Ne olursa olsun; hislerimin önemli olmadığını, bunun bir mecburiyet olduğunu söyler gibi bacaklarım öne atılıyor, beni dinlemiyorlar.
En nihayetinde, bana hızla yaklaşan bir parıltı görüyorum. İçimde tek bir korku zerreciği yok, buna ben de şaşırıyorum. Bu parıltı, birkaç adım önümde bana doğru ilerlemeyi bırakıp şekil almaya başladığı zaman bacaklarım da hareketini kesiyor ve kontrolü bana devrediyor. Sonunda bacaklarımı hissedebildiğimde arkamı dönüp kaçmak geliyor içimden, ancak kalbim durduruyor bu sefer beni: Parıltının nihai formunu aldığı koridorun kalanına meydan okuyan siyah, çelikten ve üstünde tek bir süslemenin dahi olmadığı, görünmeyi reddeden tavana değin uzanan ağır kapıdan içerisini görme arzusu.
Kapıyı önce hafif, akabinde olanca gücümle itmeye çalışıyorum; ancak sanki kapının ardındaki biri de aynı kuvveti bana uyguluyormuş gibi hissediyorum, tüylerimin diken diken olmasını engelleyemezken merakıma daha da yenik düşüyorum: Kapının arkasında kim var?
Kaba kuvvetle daha fazla zorlamamaya karar veriyorum; ardından gözüme, onun daha önce orada olmadığından neredeyse emin olduğum bir anahtar deliği ilişiyor. Parmaklarımla ona dokunuyorum, sanki şeklini ezberlemeye çalışıyorum. Aniden, gömleğimin göğsündeki cepte bir ağırlık seziyorum. Cebimi elimle yokluyorum ve aşağı yukarı elim boyutunda, buradaki her şeyden daha parlak bir altın anahtar buluyorum. Anahtarı yuvasına sokuyorum ve çevirmeme bile gerek kalmıyor; anahtar kendini çeviriyor ve yine kapının kendiliğinden açılmasının akabinde anahtar, havada buharlaşıyor sanki.
Kapı hafifçe aralanırken içeriden gelen toz kokusuyla yüzümü buruşturuyorum ve odaya temkinli bir adım atıyorum. Yine beyazın, saflığın renginin hakim olduğu kare bir odadayım. Kapının sol çaprazında kalan, odanın tam ortasında üvez ağacından yapılmış, özenle cilalanmış kare bir masa gözüme çarpıyor. Masanın dört bir kenarına sırayla işlenmiş, hayran olmamanın mümkün olmadığı dört elementin sembolleri: Ateş, Su, Hava, Toprak...
Akabinde, her sembolün üzerinde sırayla kendi varlıkları boy gösteriyor: minik bir ateş topu, yıkıcı olmayan bir hortum, boyu çok da yüksek olmayan dalgalar ve dağa benzer ufakça bir toprak parçası.
Aniden birkaç tiz çığlık kulağımı dolduruyor, ancak etrafımda kimseyi göremiyorum. Seslerin frekansı öyle yüksek ki kulaklarım uğuldamaya başlıyor, ellerimle kulaklarımı örtüyorum.
Korkuyla arkamı dönüyorum. Kapı yok olmuş, oda daha da genişlemiş ve genişlemeye de devam ediyor. Arkamda sürüsüyle onlarca ruh birkaç saniyeliğine duruyor ve yerini başka birinin hayaleti alıyor. Her biri birbirinden apayrı ama ortak tek bir özellikleri var: uçuk mavi gözleri.
Artık bittiğini düşünüyorum, ancak şu an tam bir metre ötemde duran bir kadının diğerleri gibi saniyelik kalmadığının farkına varmam uzun sürmüyor. Solukluğu gitgide azalıyor ve renk kazanıyor, sanki tanrı kadını ilk defa yaratıyor. Başı öne eğik ama uçuk mavi gözlerini göremesem de parlıyor, içime işliyor. Sonunda kafasını kaldırıyor ve uçuk gözleri tüm benliğimin içinden geçiyor. Sadece iki kelime söylüyor,
"Sen de bizdensin."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Genç Avatar
FantasíaO, tarihin şahit olduğu en güçlü Avatarlardan: Jane Parker. Dünya üzerinde, karanlıkla beslenen o korkunç öfke ile Avatarlar arasında yüzyıllardan beri süregelen; belki de bir gün dünyanın kaderini değiştirecek olan o müthiş savaş. Ancak, insanlığın...