Ben çok küçükken, Tanrı'nın bile unuttuğu bir zamanın içindeyken mutlu olacak onlarca sebebim vardı. Bu, uzun uzun, gökyüzünü delen kuleleri olan bir sarayı çizdiğim resim, bazen de bahçede yetişen ama adını bile bilmediğim o mor rengi, kendi gözlerime benzettiğim çiçeği koklarken olurdu. Mutlu olurdum. Mutluğum hiçbir şeye bağlı kalmadan özgürce etrafta dolaşır, bazen yorganın altında sessizce ağlarken bazen büyük salonda yanan tek mumun etrafında gülerek dans ederdi.
Benim için mutluluk ikisinin arasında bir yerdeydi.
Asla inançlı biri olmamıştım. William sürekli ibadet ederdi, pederden af dilenecek kadar aciz gelirdi gözüme her defasında. Bana göre eğer pişman olacaksan, yapmamalıydın. Eğer ki pişman olacak bir şey yaptıysan, kimseye pişman olduğunu göstermemeliydin.
Küçükken bir arkadaşım vardı. Kimdi tam hatırlamıyorum ama benim yaşlarımda, belki benden bir yaş daha büyük, saçlarını her zaman imrendiğim bir şekilde sımsıkı topuz yapan bir kızdı. Beni severdi. O yaştaki bir çocuğun sevmekten anladığı neyse o kadar severdi. Hayatında yüksek yatak bile görmemişti, bunu ilk onu odama davet ettiğimde şaşkınlıkla dört direkli yatağıma bakarken fark etmiştim. Bu yüzden bana hayrandı. Bilmediğim oyunlar öğretti. Gündüz derslerimde o kadar canice şeyler öğreniyordum ki gece gözüme uyku girmezdi, ben de onunla vakit geçirirdim.
"Bir kılıç kurbanın göğsüne nereden saplanırsa öldüğünden emin olabilirsin?"
"İnsanlar soykırım yapar, Elizabeth. İnsan ayrımı yapılmaz. Eğer bir ırkı ortadan kaldıracaksan kundaktaki bebeğin suçlu olduğunu öğrenmen gerekir."
Benim oyuncaklarla oynamam gereken yaşta bunları öğrenmek her defasında daha da yok ediyordu. O yüzden gecelerimi kızla geçirmekten keyif alırdım, gerçek hayatta olmayan şövalyelerin bizi bir gün o saraydan kurtaracağını düşler dururduk.
Bekledim.
O son gecede, duvarımdaki mum eriyene kadar onun gelmesini bekledim. Belki de mutfaktan bana çörek aşıracaktı ama daha pişmediği için gecikmişti? Olabilirdi. Daha sonra onu aramaya çıktım. Beyaz elbisem arkamda sürünüyordu. Annem beyazın benim gibi acımasızca yetiştirilecek olan bir prensesin üzerinde bulunmaması gereken bir renk olduğunu düşünürdü. Beyaz masumluktu, iyilikti. Bu yüzden sadece gece yatarken, ondan gizlice bu beyaz geceliğimi giyerdim.
Önce bütün koridorları aradım. Saray o kadar ıssızdı ki yüksek koridorlara bakarken tenimin altında yürüyen kanın sesini duyabildim. Sonra bahçeye çıktım.
Yemyeşil çimlerde daha bu sabah kılıç talimi yapmıştım. Şimdi yeşil çimler gecenin ayazında lacivert bir renk almıştı, beyaz gecelik okyanusun üzerinde süzülen bir melek gibiydi. Sonra onu gördüm. Onu tutuyorlardı, yedi yaşında bir kızın olması gerekenden daha cılız kolları vardı ve o kolları hiç acımadan hırpalıyorlardı.
Gümüş kılıç, ay ışığında parladı.
Çığlık attım ama bir el arkamdan çığlığımı kesecek şekilde ağzımı kapattı. "Sevgi, bizi zayıf yapar Elizabeth." dedi çok tanıdık bir ses. Bu benim eğitmenimdi. İsmini bana asla söylemezdi ama onu bana öğrettiği acımasızlıkla sonsuza kadar hatırlayacağımı biliyordu. Kılıç talimi yaparken güneş, yamalı gövdesine vurur ve o gölgeleri derinleştirerek korkunç bir görüntü oluştururdu.
Sevgi bizi zayıflatır mıydı sahiden?
Ağladım. Ona tekmeler attım, elini ısırdım ama onu kurtarabilmem için beni bırakmadı. "Şimdi de onun canı için mi yalvaracaksın yoksa?" Gözyaşlarım sanki sihirli kelimeyi duymuş gibi aniden kesildi. Ruhsuzca kulağımın dibinde cıkladı. "Sana ne öğrettim küçüğüm," elini ağzımdan çekti, beni serbest bıraktı. Hafifçe öne ittiğinde kızın korkudan küçülmüş gözleri beni buldu. Onu kurtarmak istedim ama sanki tüm zaman benim etrafımda durmuştu, camdan bir heykele dönüşmüştüm. "Yalvarırsan, bu senin sonun olur."
![](https://img.wattpad.com/cover/181439989-288-k707253.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gül ve Hançer
Historical Fiction❗️Yetişkin ögeler içermektedir.❗️ Adım Elizabeth. Bir prenses olarak doğduğum Westminster Sarayı'nda ruhumun en ufak kırıntısını soğuk taşların arasına saklamıştım. Yalnızlığımı o ufak kırıntılarla saklambaç oynayarak geçirmiştim. Tenime satır sartı...