Hafifçe esen ılık rüzgar eteğimden içeri dalarak iç pantolonumu giymediğim çıplak bacaklarıma çarpıyor ve tüylerimi diken diken ediyordu.
Bu sabah uyandığımda çizimlerimin hiçbirini bulamamıştım ve bu içimde git gide büyüyen bir huzursuzluk doğurmuştu. Dün gece o balkonda unutmuş olmak beni oldukça korkutuyordu ama bu gün Cihangir'in karşısına çıkacağım için hazırlanmaktan gidip almaya zamanım olmamıştı.
Saraylıların has bahçe adı verdiği büyük bir bahçede, benimle birlikte Londra'dan gelen asker ve hizmetkarlarla beraber William'ın gelmesini bekliyorduk. Kudretli padişahımız (!) bizi bahçede huzuruna kabul edecekti. Hava güneşliydi ama nedendir bilmediğim bir üşüme derimin üzerinde geziniyordu.
Karşıdan gelen William'ın sarı saçlarını fark ettiğimde içimdeki sevinç bir kat daha arttı. İçimdeki arsız prenses koşarak abisinin kollarına atılmak istese de ona sadece gülümsemekle yetindim.
Bu gün William ile benzer giyinmek hoşuma gitmişti. Ben kadife, bordo, iç eteği elmaslarla süslenmiş bir korse giyerken William siyah tören kıyafetini giymiş, boynuna kraliyeti temsil eden geniş kemer kolyeyi takmıştı. Kolyenin arkasından yerlere kadar uzanan bordo kadife bir pelerini vardı. Şapka takması gerekirken o sarı saçlarını özgür bırakmıştı.
"Elizabeth," diye beni selamladığında dudaklarındaki tedirginliği görmek beni endişelendirdi. "William."
Karşıdan gelen iyi giyimli bir adamı gördüğümde bakışlarım William'dan kayarak adama döndüğünde adam bakışlarımı fark etti ve aniden kafasını eğdi. Önümüze geldiğinde önce kafasıyla William'a selam verdi ve kısaca gözlerini bana değdirdi. Kafamı hafifçe sallayarak selamını kabul ettim.
"Majesteleri, prenses," dediği an beynimde başlayan uyarılar bir yumak haline geldi. Bu koridorda gizemli yabancıyla konuşan ağaydı. İsmi Alemdar'dı. Kafasını hafif kaldırıp gözlerimin içine baktığında ne düşündüğünü merak ettim. "Kudretli padişahımız Sultan Cihangir sizi has bahçedeki tahtında bekliyorlar." Eliyle gösterdiği sarmaşıkların birbirine girerek yol oluşturduğu yolda doğru yürümeye başladığımızda başım yeterince dikti. Bunun uygunsuz karşılanacağını biliyordum ama nedense içimde anlayamadığım bir huzursuzluk vardı. Öldüreceğim kişiyle tanışacağım için miydi bu telaş?
William'a baktığında sanki dünyanın hakimi oymuş gibi yürüdüğünü gördüm. Acaba dışarıdan böyle gözüküyor muydum? Çocukluğumdan beri örnek aldığım tek kişi oydu.
Ağaçların, güllerin, lalelerin süslediği, cennetten çıkmışa benzeyen bir açıklığa geldiğimizde gözlerimi bahçeden alamıyordum. Ayaklarımızın altında çimlerdeki sıra sıra mermerleri fark ettiğimde yolun sonunda görünen padişah çardağını gördüm. İçimdeki panik dalgası yükselerek kıyılarından üzerime taşmaya başladı. Oradaydı. Tahtına kurulmuş bir eli bacağına yaslanmış diğer elinde bir bardak tutuyordu. Yüzünü tam göremesem de sert hatları olduğunu fark ediyordum. Başını bize çevirmesiyle aniden kafamı öne eğdim.
Alemdar Ağa'nın önden gitmesiyle onu takip etmeye başladık. Sultan Cihangir daha tahta çıkalı bir yıldan biraz fazla olmuştu ama başarıları göz ardı edilemezdi. Eğer uzun bir saltanat sürerse bu benim ülkem ve kardeş ülkeler için kötü bir sonuç doğururdu. Bu yüzden onu öldürmem gerekiyordu. Bildiğim kadarıyla bir varisi vardı. Daha on yaşını aşamamış bir şehzadenin varlığını biliyordum ve eğer babası ölür tahta o çıkarsa her şey daha kolay olurdu.
Yaşı hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama yirmilerinin sonlarında olduğunu varsayıyordum. Yaşına göre oldukça zekiydi ve muhteşem bir savaş zekasına sahipti.
![](https://img.wattpad.com/cover/181439989-288-k707253.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gül ve Hançer
Ficção Histórica❗️Yetişkin ögeler içermektedir.❗️ Adım Elizabeth. Bir prenses olarak doğduğum Westminster Sarayı'nda ruhumun en ufak kırıntısını soğuk taşların arasına saklamıştım. Yalnızlığımı o ufak kırıntılarla saklambaç oynayarak geçirmiştim. Tenime satır sartı...