Cehennem yedi kattı.
Şerbet akan şelaleler, pekmezlenmiş üzümler, dalında pişmiş kestaneler, her yeri kaplayan söğüt ağaçları vardı.
Kıpkırmızı elmalar, baldan tatlı kayısılar da vardı. Uçsuz bucaksız bir gökyüzü, gökyüzünde sayısız güneş vardı. Mermerden köşkler yerlere gölgelerini bırakmıyor, bahçelerinde duran salıncaklar sonsuzluğa kadar sallanıyordu.
Lakin yasaktı.
İşte bu yüzden burası cehennemdi. Ulaşabileceğin bütün şeyler önünde ama aynı zamanda ulaşamayacağın kadar uzaktaydı.
Söğüt ağaçlarının gölgelerinde insanlar ağlardı, bir parça üzüm için yalvarırlar, elmadan ısırabilmek için kendilerini parçalarlardı.
Cehennem yedi kattı.
Tıpkı Cennet bahçeleri gibi.
Elizabeth aniden bu sarayın kaç katlı olduğunu merak etti. Ulaşabileceği tüm güzellikler karşısındaydı ama ulaşamadığı için burası da bir cehennem sayılmaz mıydı?
Koridorları geçerken sessizce uyum sağladı. Sağ kolundan tutan Çelebi Ağa ise bu durumu garipsemişe benziyordu ama Elizabeth ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Artık kaçmak istemiyordu zira ölümden korkmuyordu. Eğer şimdi William'ın önünde diz çöktüğü mermer idam sehpasının önünde ona diz çöktürürlerse Elizabeth hiçbir şey yapmadan sırasını beklerdi.
Zamanın birinde Cihangir ona "Ölmek için yalvaracaksın." demişti, lakin Elizabeth asla yalvarmayacaktı. Bu anı sanki yıllar öncesine ait gibiydi.
Sadece aklını kurcalayan bir şey vardı. Eğer ölürse efendisi için Cihangir'i uyaracak kimse kalmayacaktı. Bu sefer olmaz, dedi içinden. Yaptığı iyilikleri canı ile ödeyecekse bu onlar için fazlaydı.
"Çelebi," dedi Elizabeth sessizce. Sesinde pes etmiş bir tını vardı. Uzaklarda ise onu düşünen bir adam yaslandığı geminin güvertesinde öfkeli ve üzgün gözleriyle İstanbul'u terk ediyordu.
Çelebi cevap vermedi ama Elizabeth yine de sordu. "Ölecek miyim?"
Çelebi yalnızca bir an prensese baktı. Kaşları hep çatıktı ve bu yüzden yüzünde olmaması gereken yerde bir kaç çizik vardı. Elizabeth'in babasıyla hemen hemen aynı yaştaydı. "Önüne bak."
"William nereye gömüldü?" Kafasını eğmiş ellerine bakarken bunu düşünmek istemediğini fark etti. "İstanbul'da mı?"
Çelebi yine cevap vermedi. "Belki onun yanına gömebilirsiniz."
Çelebi Ağa bir an duraksar gibi oldu ama aniden toparlanıp kendine geldi. "Günahlarının bedelini ödeyeceksin." dedi sadece.
"Ben çok bedel ödedim. Yetmez mi?"
"Hepimiz bedeller öderiz. Kimimiz büyük, kimimiz küçük." Elizabeth Çelebi'nin yüzüne bakarken onun bu noktaya gelebilmek için me gibi bedeller ödediğini merak etti.
"Bana bir keresinde yardım etmiştin. Zindandeyken. Cihangir yemek ve su ihtiyacımı gidermek istemiyordu ama sen bana su vermiştin, hatırlıyor musun?"
Çelebi çattığı kaşlarıyla dümdüz karşıya bakarken "Ben o gün karşımda duran küçük bir kıza yardım etmiştim." dedi.
"Peki şimdi ölüme götürdüğün kız kim?"
"Acımasız bir kadın."
Geldikleri yere baktığında Elizabeth ne düşüneceğini bilemedi. Yerler granitten yapılmıştı ve yine granitten kalın sütunlar yerden tavana kadar uzanıyordu. Elizabeth daha sonra tavandan sarkan zinciri ve zincirin ucundaki kelepçeleri gördü. Avluda Hafsa Kalfa ve Alemdar Paşa hariç kimsecikler yoktu. Hafsa kalfanın başında olması gereken şapka olmayınca sanki kadın bir an çıplak gibi göründü. Grileşmiş kahverengi saçları onuzlarına dökülmüştü. Elinde tuttuğu şey ise...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gül ve Hançer
Historical Fiction❗️Yetişkin ögeler içermektedir.❗️ Adım Elizabeth. Bir prenses olarak doğduğum Westminster Sarayı'nda ruhumun en ufak kırıntısını soğuk taşların arasına saklamıştım. Yalnızlığımı o ufak kırıntılarla saklambaç oynayarak geçirmiştim. Tenime satır sartı...