Gözlerim yanıyordu.
Zihnimin balyozla dağılmış kırık ayna parçalarına benzeyen kırıntıları dört bir yana saçılmıştı. Yüzüme vuran gün ışığının ılık yankılarını hissediyordum ama nerede olduğum hakkında en ufak fikrim bile yoktu. Kirpiklerim kızgın demirle birbirine lehimlenmiş gibiydi.
Yavaşça araladığımda büyük bir acı çektiğimi yeni yeni fark ediyordum. Bacaklarım acıdan ve soğuktan titriyorlardı. Nefes aldığım oluklar bir çöl edasıyla kupkuruydu ve konuşabileceğimi zannetmiyordum. Gözlerimin önüne pustan bir perde inmiş olsa da göz kapaklarımı yırtıp geçen gün ışının farkındaydım. Elimi kullanabildiğim kadarıyla gözlerimin önüne siper ederek ışığı engellemeye çalıştım.
Bir hücredeydim.
Soğuk dar bir hücrede.
Dün gece neler yaşadığım birer birer önüme düştüğünde boğazımdaki yanmayı önemsemedim. Geçmişi düşünüp geleceğimi mahvedemezdim. Yine de zihnime düşen sarı saçlı, mavi gözlü çocuğu yok sayamıyordum.
O gitmişti.
Gitmesinin sebebi benim kelamlarımdı.
Ama olanları değiştiremezdim.
Yerlere vurmaktan parçalanan avuçlarımla yerden destek alarak ayağa kalmaya çalıştım, ayaklarımın altı öylesine acıyordu ki zor zar ayakta duruyordum. Kararlı olduğunu düşündüğüm adımlarım, aslında bir bebeğin ilk adımlarına benziyordu ama yılmadan zindanın demir parmaklıklarla örülmüş kapısına yaslandım. Ellerim güç almak istercesine küften ufalanmış, kahverengiye dönük demirlere tutundu. Kapımda duran askerler gözlerini kırpmadan karşıya bakıyorlardı.
"Dadımı görmek istiyorum." dedim dümdüz çıkan sesimle. Sesim dün gece yeterince titremeden nasibini almıştı ve bundan sonra titremesini göze alamazdım.
Ağalar normal birinin fark edemeyeceği ama benim kolaylıkla fark ettiğim bir şekilde irkildiler. "Dadım Nancy, İngiltere'den benimle birlikte gelmişti. Onu görmek istiyorum."
Yine hiçbir tepki vermeden karşıya bakıyorlardı. Damarlarımda gittikçe artan öfkeyi hissedebiliyordum. "Size dadımı görmek istiyorum, dedim. İyi olduğunu görmek istiyorum!"
"Ben sadece yüce padişahımızdan emir alırım." dedi kapının sağında duran asker. Onun adının geçmesiyle iyice artan sinirlerimi dizginleyemez olmuştum.
"O zaman padişahın olacak adamı buraya çağır!" Sesim boş mahzende gülle gibi patlamıştı. Askerlerin sinirlendiğini kasılan çenelerinden ve kılıcın kabzasında duran ellerinin beyazlığından anlamıştım.
"Bana dadımı getirin."
Yine sessiz kaldıklarında bu sefer tepeme kadar çıkan sinirimi dizginlemedim. Her ne kadar bedenim acılarla perçinlenmiş olsa dahi ayağımı parmaklıkların arasından geçirerek sağ tarafımda bana sırtı dönük olan askerin dizinin arkasına tüm gücünle tekmemi indirdim. Asker acı içinde dengesi bozularak yere yığılırken, ben kararan gözlerimi netleştirmekle meşguldum.
Kapı hızla açıldığında demir kapının bana çarpmasını son anda engellemiştim. Sağlam olan asker kılıcını çekip bana doğru yürüdüğü zaman işler pek de iç açıcı değildi. Her yere bastığımda katlanılmaz bir acıyı da beraberinde getiren ayağımda cabasıydı.
"Uzak dur benden." dedim. Asker yüzüne yerleştirdiği savaşçı ifadeyle bana bakıyordu. Silahsız ve savunmasızdım, bana bu şekilde saldırması etik değildi. Kılıcını ustalıkla savurduğunda son anda köşeye çekilerek kaçmayı başarmıştım. Yerde yatan adam büyük ihtimalle kendinde değildi, yoksa çoktan ayağa kalkıp saldırıya geçmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gül ve Hançer
Ficción histórica❗️Yetişkin ögeler içermektedir.❗️ Adım Elizabeth. Bir prenses olarak doğduğum Westminster Sarayı'nda ruhumun en ufak kırıntısını soğuk taşların arasına saklamıştım. Yalnızlığımı o ufak kırıntılarla saklambaç oynayarak geçirmiştim. Tenime satır sartı...