❗️Yetişkin ögeler içermektedir.❗️
Adım Elizabeth.
Bir prenses olarak doğduğum Westminster Sarayı'nda ruhumun en ufak kırıntısını soğuk taşların arasına saklamıştım. Yalnızlığımı o ufak kırıntılarla saklambaç oynayarak geçirmiştim. Tenime satır sartı...
Hissettiğim ilk şey, kocaman beni içine alan bir boşluktu.
Ne damarlarımı kasıp kavuran nefreti hissediyordum ne de hasretin gönlümde bıraktığı sızıyı. Boşluktu. Kafamın içindeki boş odalarda bağırıp duran bir ses vardı ve sürekli yankılanarak yol boyunca devam ediyordu.
Nefesim kesilmişti. Bir idamın keskin ucuna yatan katil kadar hissizdim, gözlerimi açtım ve karşımda bana bakan sert çivit mavisi gözlere kararlılıkla baktım. İçimde yeni doğan bir pınar gibi çağlayan öfkeyi hissetmiyordum zira öfke bir duyguydu ve ben onlar için en çirkin duyguları hissedemeyecek kadar boştum.
Odanın eriyik mum kokusunu delip geçen yabancı bir koku sardı etrafımı, bu öylesine tanıdık bir kokuydu ki bir an bulunduğum ortamdan soyutlanacaktım. Bu evin kokusuydu, bu Westminster'ın ağır küflü taş kokusuydu.
Biri kolumu tuttu. Tutan kişi Cihangir'di lakin ne önemi vardı. Bu vücudun içindeki ben miydim? Bu nefesi soluyan, bu çığlıkları işiten benim bedenim miydi? Yoksa arkamda durup kızıl rengi bakışlarını sırtıma diken adamın mıydı?
Yavaşça kenara çekildim. Cihangir'in iki adım arkasına, onların yüzüne bakabilecek kadar soluna. Başımdaki ağır taç sanki kütlelerce ağırlık bindirmişti düşüncelerime.
Siyah bir elbise giymişti annem, yasını belli edecek bir eşarp vardı başında. Sahi yasta mıydı hala? Kaç gün geçmişti William öleli?
Dalgalanan sarı saçları beline kadar inmişti lakin bir iple sanki bu ayıpmış gibi eşarbının içine çekmişti. Başında duran tacı ona renk veren tek şeydi elbette, bir de her aynaya baktığımda onun aynısını gördüğüm mavi gözleri. Kederli bakıyordu, sanki aylarca ağlamış gibi gözlerinin beyazı kızarmış, mavisinin o canlı rengi kışın solan bir çiçeğin rengine dönmüştü. O gerçekten üzülmüştü, ben ölsem bu durumda olmazdı, diye düşünmeden edemedim.
Kraliçe Madaleine kendi kızıyla göz göze gelemeyecek kadar tiksinmişti benden. İçinde en ufak bir üzüntü bekledim. Beni hiçe saydığını bilmeme rağmen bu kadar hissiz olmam niyeydi?
Kral Henry, annemin hemen yanında arkasına doğru uzanan kırmızı kaftanıyla ve kızıla çalan gözleriyle karşımda duruyordu.
Gözlerimiz kesiştiği an, sadece bir an koşup kaçacağım zannettim lakin o kadar kısaydı ki ben bile anlam veremedim. Delici gözlerini yüzüme dikmiş, derin bir öfkeyle bana bakıyordu. Arkalarına doluşan askerler ise tehditvâri bir havayla odayı gözlüyorlardı.
"Hoşgeldiniz," dedi Cihangir gür bir edayla. Bir an tüylerim onun sesini duyduğu kabardı ancak kendimi sakinleştirmem gerekiyordu. Bu odadaki asıl düşmanım kimdi? Kime karşı mücadele verecektim bilmiyordum. Her iki taraf da bana hayatım boyunca unutmayacağım anlar yaşatmıştı, buradan çıkıp Londra'ya dönmenin düşüncesi bile beni rahatsız ederken Cihangir'e karşı babamı mı savunacaktım?