Park Dong Sun

298 48 14
                                    

Namjoon rahat bir nefes verdi tam gülümseyip teşekkür edecekti ki yaşlı kadının yüzünde kararsız bir ifade belirdi. Daha sonra yüzü aydınlandı ve tekrar Namjoon'a dönerek konuştu. Ama Namjoon keşke konuşmasaydı diye geçirdi içinden

"Ah hayır hayır Bong değil. Dong. Evet Park Dong Sun. Niye sormuştun ki?"

"Hiiç, yok. Bir şey yok"

Korkunun verdiği şaşkınlıkla başını salladı ve kasabanın küçük marketine doğru adımladı. Ayaklı bir zombi gibi görünüyor olmalıydı. Gerçekten tüm gecenin yorgunluğunu yaşıyordu. Öyle ki raflardan aldıklarını sepetine doldururken ne aldığının farkında değildi. Daha sonra dalgınlığını üstünden atsa da aldığı şeyleri tek tek raflara dizmekten kurtulamamıştı. Oflayarak kasaya gitti ve sepeti gürültülü bir biçimde koydu

"Bu kadar mı efendim?"

"Evet. Başka bir şey yok"

"Ah siz burada yeni olmalısınız. Burada kiralık ya da satılık ev yok diye biliyorum. Bir büyüğünüzden kalma mı?"

"Hayır"

"Bir dakika. Ah bana o lanetli yerde oturduğunu söyleme. Aah Tanrı'm. Cidden kandın mı o fırsatçı adama?"

"'Fırsatçı adam'?"

"Sana evi satan kişi yani. Bu kasabadaki herkes o evde çığlıkların duyulduğunu bilir. O adamsa bu gerçeği inkar ederek evi satmaya çalışıyordu. Ucuz fiyatlarla milletin gözünü boyuyor"

"Bir şey soracağım. E-evin sahibi, yani pembe saçlı çocuk... kaybolduysa evi kim sattı?"

"Ah hikayeyi duydun demek. Bir şey söylecek olursam sanırım ev kendi kendini sattı"

"Anlamadım?"

"Biz de anlamadık sana evi satan adam o çocuk kaybolduktan 1-2 gün sonra geldi. Ve bize evin ona satıldığını söyledi. Başta kimse inanmadı. Ama adam evin tapusunu gösterince inanmak zorunda kaldık. Evde 4 gün durdu. Aslına bakarsan bu evde en çok duran kişiydi o. Neyse işte bir gün bize evin gerçeğini anlattı. Aslında kimse inanmazdı buna ama inanmaktan başka çare kalmadı zamanla. Çünkü evden çığlıklar atarak kaçan hiç kimse bize gerçeği anlatmadı. Bizde onun gerçeğine inandık. Neyse işte evde o adamın elinde kaldı. Kimlere kimlere sattı evi. Ama dediğim gibi herkes çığlıklar ata ata kaçtı bu evden. Üstelik kimse de eşyalarını almadı. Zaten ev sahibi de eşyaları almaya yanaşmadı. 3 kağıtçı adam. Gitti de evin hikayesini bilmeyen hizmetçilere toplattı. Tanrı sağ kalsın hiçbiri geceye kalmadı da duymadılar o çığlıkları. Ev sahibi evden kurtulmaya çalışıyordu, sana satmış işte. Alınma ama seninde pek kalacağını sanmam. Bu arada adın ne?"

"Kim Namjoon"

"Kim Namjoon. Kim Namjoon. Adını başka bir yerde duymuş olabilir miyim? Dur dur dur bir dakika şu genç yazar Kim Namjoon mu?! Vay bee. Bir kaç kitabını okumuştum. Şey hoşuma gidiyor. 'Gökyüzünü siyaha boyayamam ama' "

"'...yıldızları söndürürüm' "Ay Ne İster Gecenin Karanlığından?" romanımdan değil mi?"

"Evet o romanını çok sevmiştim. Nasıl bu kadar güzel yazılar yazıyorsun bu genç yaşında? Bir de bana bak ola ola kasiyer oluyorum. Şey ben Ashley bu arada"

"Melez misin?"

"Hayır hayır. Annem yabancı isimler severmiş de. Ay cidden sana burada rastlayacağımı düşünmezdim. Şu evde rastlamasaydım iyiydi de. Şey, bir fotoğraf çekinelim mi?"

"Peki"

Kız gülümseyerek cebinden telefonunu çıkardı ve işi gereği taktığı şapkasını çıkararak saçını düzeltti. Namjoon fotoğrafa zor güldü. Bir yazardı kesinlikle, bir oyuncu değil. Kız telefonunu cebine koyarak tekrardan şapkasını taktı

"Hep burada mısın Ash?"

"Şey. Sadece yaz günleri. Daha çok Seoul de takılıyorum"

"Güzelmiş"

"Ah lafa daldım. Borcunuz..."

Ödemeyi yapıp aldıklarını poşetlere doldurduktan sonra Ashley'e zoraki bir gülümseme sundu. Gerçekten hiç gülesi yoktu o gün. Sanki o çığlıklar tüm enerjisini çekip almıştı. O gün imza günü olmadığı için şükretti

"Şey iyi günler"

"Pek iyi olacağını sanmıyorum"

"Efendim?"

"Bir şey yok. İyi günler"

Elindeki poşetleri sıkıca kavrayarak tekrardan evine gitti ve aldıklarını dolaba yerleştirdi. Bir kase mısır gevreği doldurdu ve diz üstü bilgisayarını alarak oturma odasına yerleşti. Diğerlerinin aksine mısır gevreğini süt olmadan seviyordu. Böylesi onun için daha iyiydi. Tabii kahvaltılarda bir iki kez yediği olmuştu... Uzun bir süredir bilgisayarın başındaydı ama tek bir kelime yazamamıştı. Tek yapabildiği klavye tuşlarına ve arada beyaz ekrana bakmak oldu. Daha sonra gözleri televizyonun yanındaki dikdörtgen aynaya takıldı

Bu evde neden bu kadar çok ayna olduğunu bilmiyordu. Kendini seyretmeyi sevmezdi. Ama niyeyse bu ayna onun bir kaç kelime yazmaya itti. Yazdığı bir kaç kelimeye bakarak sıkıntıyla nefes verdi ve bilgisayar ekranını sertçe kapattı. Oflayarak yatak odasına çıkarken bir iki cümlelik kitabını tamamlayamayacağını hissediyordu...

Çaresiz çığlıklarını neden tekrar duymak istediğimi bilmiyorum. Sadece ben gülerken yansımanın ağlayacağını hissettim...

The Cursed MirrorsHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin