5

169 14 20
                                    

Sevgili günlük,
Bugün başkanlık için adayların resmi olarak açıklandığı gündü ancak propagandalara başlamak henüz yasak, önümüzdeki pazartesiden itibaren oy toplamak için vaatler sunulmaya başlanacak: ne kadar fazla asılsız, olağanüstü vaat duyacağımızın haddi hesabı yok. Seçimse ekimin üçüncü haftası gerçekleşecek.

Görünüşe bakılırsa bu yıl üç aday var. Ancak üçüncü grubu, saçma sapan bir ismi olduğundan tam olarak anımsayamıyorum, kimse ciddiye almadı çünkü grup başkanının adını bile ilk kez duydum. Tanınmadan böyle bir yarışa girmek gerçekten büyük cesaret ister.

Yeşil grubun adaylığı için başvururken motivasyon mektubu tarzı bir şey ve ekibin tamamının imzalarını içeren bir dilekçe yazmamız gerekiyordu. Öğle yemeğinde, kütüphanede grupça oturuyorduk, dilekçeyi yazma görevi saçma bir şekilde bana verilmişti, fark ettiğin üzere günlük, yazım berbat. Bunu fark eden Ahsen başını iki yana sallayarak yeni bir kâğıt aldı ve uygun biçimde doldurmaya başladı. Yazısını daha önce hiç görmemiştim, kendine has ama okunaklı bir yazısı var. Bir seferinde el yazılarının insanların karakterleri, ruh halleri hakkında bilgi verebileceğiyle ilgili bir yazı okumuştum. İlginç, ama doğru. Kendimi kötü hissettiğim, insanlardan uzak ve tamamıyla yalnız olmak istediğim dönemlerde harflerim birbirine yaklaşırken mutlu, özgür zamanlarımda boşluklar artıyor. Benzer şekilde, sevmediğim derslerin defterlerindeki yazılarım daima küçük ve normaldekinden bile daha karmaşık.

Gruptakilerin adını yazarken ona yardımcı oldum, henüz herkesin soyismini bilmiyordu: Utku Türker, Yağız Gürpınar, Ayşegül Tosun, Ceren Pehlivan, Deniz Söğüt. Kendi adını yazmadan bitirdiğinde boş bakışlarla ona baktım. "Kendi adını da eklesene."

"Ben grupta değilim ki."

"Elbette öylesin, öyle olmasan şu an burada oturuyor olmazdın." dedim, Utku o sırada yapılması planlanan festival için kimlerle iletişime geçebileceğimizden bahsediyordu. Deniz elindeki telefondan müzik listesini kontrol ediyor, uygun isimleri tarıyordu. "Bence kesinlikle Birileri'yle iletişime geçmeliyiz, henüz çok bilindik bir grup değil, ki bu işimize gelir, ama şarkıları gerçekten çok güzel." Deniz'in bunca işinin arasında başkanlık seçimleri gibi 'boş' bir işe zaman harcaması beni gerçekten şaşırtıyordu. Formaliteden gruba katıldığını sanmıştım ama gerçekten uğraşıyordu.

"Tamam, not aldım." dedi Ayşegül, ardından ekledi: "Son Feci Bisiklet'i getirebilsek çok güzel olurdu." Hah. Son Feci Bisiklet'i getirmek için bilet fiyatlarını 200₺ falan yapmamız gerekirdi.

"Peki Dolu Kadehi Ters Tut? Son Feci Bisiklet kadar para istemeyeceklerine eminim." diye fikir atan Ahsen'di. Başımla onayladım. "Ben de konserlerinden birine denk gelmiştim YouTube'da, seyircileriyle iletişimleri de çok güzel." Dediği her şeyi onaylayabilirdim.

"Evet, bunlar güzel ancak çok fazla seçeneğe ihtiyacımız var. İletişime geçtiğimiz herkes kabul etmeyecek sonuçta. Adamlar, Yüzyüzeyken Konuşuruz, Pinhani, Gece... Çok uçuk olmadığı sürece aklınıza geleni yazın. Duman veya maNga getirme gibi bir şansımız yok, bildiğiniz üzere." dedi Utku, başkan edasıyla. Biz de dediğini yaptık. Elimizde ulaşmamız gereken on beş kadar grup olmuştu.  Onlarla iletişime geçme göreviniyse yarı yarıya Ahsen ve Ceren bölüştü, grup adına açacağımız bir e-posta hesabından menajerlerine ulaşacaklardı.

Deniz yine aramızdan erken ayrıldı, Almanca hocasıyla konuşması mı gerekiyormuş ne. Pazartesi günkü öğle yemeği tartışmasından beri aynı ortamda defalarca bulunduysak da benimle hiç direkt olarak konuşmaya girmedi. Halbuki geçtiğimiz hafta aramız iyiydi, durup dururken laf sokmasını anlayamamıştım. Öncesinde üstünde defalarca durduğumuz konuları yeniden açmasının amacı neydi?

Tartışmak mı daha kötü yoksa görmezden gelinmek mi karar veremiyorum. Gerçi fark ettiğim kadarıyla Deniz'in görmezden geldiği tek insan ben değilim, Ahsen'le bir kez bile konuşmamış olması dikkatimden kaçmadı. Ahsen için hava hoş, pek umurundaymış gibi gözükmüyor. Deniz'den haz etmediğini hissedebiliyorum.

Onu suçlayamam. Deniz'i bu hâliyle tanımış olsam ben de sevmezdim, özünde böyle bir insan olmadığının farkındayım: yine bana anlatmadığı şeyler olduğunu biliyorum, ancak sanırım denemeyi bıraktım. Bana gelip içini dökmeyi isterse her zaman dinlerim ama artık bunun için zorlayacak taraf ben olmayacağım. Artık değil.

Öte yandan Ahsen'le geçirdiğim zamanlarda kendimi öylesine hafif hissediyorum ki. Deniz'le ne kadar zıt olduklarını gözlemlememek imkânsız. Belki de ihtiyacım olan şey onun umursamazlığı, özgüveni ve mizah anlayışı. Belki de ihtiyacım olan şey Ahsen'in ta kendisi.

Günümün neredeyse tamamını onunla geçirmek beni hiç rahatsız etmiyor, hatta yalnız harcadığım vakitlerde dahi yanımda olmasını istiyorum. Uzun zaman sonra ilk defa birilerine bir şeyler anlatırken bu kadar içten davranıyorum. Onu tanıyalı iki hafta bile olmadı ve bu güveni nasıl sağladığı hakkında en ufak bir fikrim yok. Teneffüs zili çalar çalmaz kendimi Ahsen'in yanında buluyorum. Hep beraber yürürken onun yanından yürümeye dikkat ediyor, yemeklerde onun yanına oturuyorum. Yakınımda olmasını istiyorum. Daha yakın ve yakın.

Bazen yalnızca sessizce oturuyoruz, beraber yapmayı en sevdiğimiz şey hâlâ yiyebiliyorken dondurma yemek olsa da aslında en sevdiğim şey onu dinlemek. Heyecanlı olduğu konulardan, nefret ettiği şeylerden, bana eski okulundaki insanları anlatırken, Coğrafya hocasından şikayet ederken. Üç derste nasıl ona bu kadar bilendiğini sorgulamıyorum.

"Altan hocayı nasıl sevmezsin?" diyorum ona gülerek, "Bana eşit ağırlık seçtiren adamdan bahsediyoruz. En sevdiğim hoca o!" Elindeki frambuazlı didodan bir ısırık daha aldıktan sonra konuşuyor, "Gerçekten çıldırmışsın."

Onunla inatlaşmaya devam ediyorum, "Iy," diyorum uzata uzata. "Paketli gıda." Omzuma bir tane yapıştırıyor. "Bunun tadı gerçekten güzel ama. Denesene." Başkası teklif etse asla denemem ama sırf Ahsen sorduğu için bir ısırık alıyorum. Ahsen seçeneklerde meyveli bir şey olduğu zaman hep onu seçiyor.

Bugün beden derslerinin, benim Tarih dersimle çakıştığını öğrendim. Camdan onu izlerken birkaç kez yanımda oturan Ayşegül'e yakalanmış olsam da, omuz silktim ve seyretmeye devam ettim. Davranışlarım biraz sapıklığa mı kayıyordu? Belki. Ama basketbolu voleybola tercih ettiğini öğrenmiştim, ilk hafta olduğu için hoca herkesi serbest bıraktığında hızlı adımlarla basketbol sahasına yönelmişti ve iyi oynuyordu.

Bu akşam Ekose Kafe'de beraber oturuyorduk, ben çizim yaparken Ahsen telefonuna indirdiği uygulamadan sudoku çözüyordu. Ahsen'e baktığımda aklıma gelecek son şey matematiği seveceği olurdu: onda tam bir sözelci tipi vardı ama aksine, kendisi bir matematik olimpiyatçısıydı. Çok fazla insandan matematiği bu kadar iyiyken neden tiyatroya yöneldiğine yönelik soru alıyordu, cevabı çok basitti aslında. "Tiyatro daha keyifli."

Önümdeki buzlu kahveden bir yudum daha aldıktan sonra sayfayı çevirdim, Ahsen'i çizmek istiyordum. Telefona o kadar odaklanmıştı ki onu çizdiğimi fark bile etmedi. Çizimin anahatlarını tamamladıktan sonra kalanına daha sonra ayrıntı girmeye karar verdim ve referans olarak kullanmak için Ahsen'in bir fotoğrafını çektim. Art arda çizim yapmak bazen yorucu olabiliyor, az önce tamamladığım resimde renkli olan tek kısımlar gözleri ve önündeki çilekli-limonlu frozen.

Sanırım bugünlük bu kadardı. Yarın ne yapacağım bilmiyorum ama öncesinde iyi bir uyku çekmem gerek.

22.09.2017

black butterflies & déjà vu // 1Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin