Ölülerin Yasını Bürünmüşcesine

26 5 5
                                    


Siyah beyaz bir resmin içerisindeyim muzdarip.

Siyah beyaz bir resmin içerisindeyim muzdarip

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

Düşüncelerim kurşuna dizildi
sabaha karşı..




Başladım yine yeniden hikayemi anlatmaya. Annemi, babamı, kavak ağacını andıran ailemizi, onu.. Yusuf'u.
O da anlattı, anlattı, anlattı.

Daha sonra beraber dakikalarca sustuk. Izledik denizin deli gibi kıyıya vurup durduğu köpüklü dalgaları.

Telefona uzanıp bir kez daha saate baktım.
Saat 12'ye çeyrek vardı.
"Hadi Özgür. Saat 12'ye gelmiş. Sen git evine önce yemeğini ye, sonra doğru işinin başına dön. Bende yavaş yavaş evin yolunu tutayım."dediğimde ikimizde yavaştan ayaklandık. Semaverini sol eline alırken, sağ elini uzattı.

Yakın bir ahbabımmış gibi uzattığı elini sıktım.
"Gelir misin bir kez daha buralara ?"

"Gelirim tabi. Canım her sıkkın olduğu sıra uğrarım arada buralara."

Elini ayırıp çay semaverini iki eliyle sıkı sıkıya kavrarken utangaç bir tavırla konuştu.

"Canın sıkkın olmasa da gelir misin abla ?"

Başını okşadım. Parmaklarım kirli saçları arasında gezindi.
"Gelirim tabi, gelirim. Peki ya seni nasıl bulabilirim ?"

Içindeki çocuksu heyecanla konuştu.
"Ben hep buralarda olurum abla."
Parmağıyla esnafların olduğu sokağı işaret edip devam etti.
"Sahilde bulamazsan beni mutlaka oralardayımdır. O sokakta da müşteri çok oluyor. Iyi satış yapıyorum."

Gülümserken konuştum.
"Güzel. Öyleyse yarın ya da ertesi gün uğrarım ben yine buralara."

Gülümsedi.
"Peki. Buralardayım. Bekleyeceğim."

Bir dahaki buluşma için sözleşip, ardımızdan birbirimize el sallayıp ayrıldık.
O, hasta annesinin güç bela yaptığı yemeği yiyip öğlen için çalışmaya gitti.
Ben ise bir hışımla çıktığım eve, sanki birkaç saat öncesine kadar ardından kapıları çarpıp çıkan ben değilmişim gibi sakince adımladım.

Herhangi biriyle oturup öyle saatlerce, ne var ne yok konuşmayalı epey uzun zaman olmuştu. Biriyle konuşmak, derdine derman olmasa bile ona kendinden bir parça birşeyler bırakmak insanı iyi hissettiriyordu.

Annemin ölümünden sonra, bana ben olduğumu hissettiren ikinci insandı.
Ilki Yusuf'tu.
Lâkin o da ucu bulunamayan bir banttan farksızdı. Onu anlamak, çözmek, onunla konuşmak bile oldukça zordu. Birde üstelik tonla anlamsız davranışlar ekleniyordu üzerine. Yusuf artık ucu bulunmaz bir bant olmaktan çıkıyor, birbirine karışmış bir ip yumağına dönüşüyordu.

Ünlü düşünürün bir sözü vardı.
"Size siz olduğunuzu hissettiren. Size siz olduğunuz için değer veren, size herhangi biriymiş gibi değilde, özel biriymiş gibi hissettiren.
Sizi olduğunuz gibi.. yaralarınızla, kusurlarınızla, hatalarınızla, yanlışlarınızla..sizi her halinizle kabul edip seven insanlara sıkı sıkıya sarılmalı ve onları her ne olursa olsun bırakmamalıymışsınız."

Eve giden yolda bu sözleri hatırlayıp gülümsedim. Ünlü düşünür yanılmazdı herhalde.

Beni hayata bağlayan o görünmez ince halatlar kopmuştu. Hayat beni rıhtımdan ayrılan kimsesiz bir kayık gibi denize bırakıvermişti. Ben ise yüzme bile bilmediğim, limanlarını tanımadığım kentler arasında, o uçsuz bucaksız denizde gezinip duruyor. Koca dalgalar arasında kayboluyordum. Kimi zaman ise onlarla savaşmak zorunda kalıyor ve her seferinde biraz daha su alıyor, biraz daha dibe batıyordum.

Fakat bu kez, hiç tanımadığım, bana yer olup olmadığını bilmediğim, yabancı limanlara doğru kürek çekiyordum.
Yabancı limanlara sığınıyor. Demir atma umuduyla kürek çekiyordum.
Fakat içimden bir ses.
Bu koca dalgalara, yakıcı güneşe dayan. Seni kocaman limanlar bekliyor diyordu.

.

Anahtarları kapıda çevirip içeriye geçtim.

Içeri geçer geçmez odama iltica ettim. Zaten son zamanlarda tek yaptığım şey; o karanlık mağarama çekilmek ve bir dolu kitapla baş başa kalmaktı. Ama bu kez odama geçince hemen ahşap masanın üzerinde duran boyalarım ve fırçalarım göz kırpttı bana. Onlar benim herşeyimdi.

Küçücükken karşı apartmanda oturan bir Halime Teyzemiz vardı. Ve hemen hemen benimle yaşıt iki kız çocuğu.. Durumları iyi olacaktı ki hep en güzel, hep en iyi eşyalara sahiptiler. Pembe çantaları, kırmızı kurdeleli ayakkabıları, ufak renkli tokaları vardı. Benim ise abimden kalma bir erkek çantam, eski, yırtık bir çift ayakkabım ve bir siyah lastik tokamdan başkası yoktu. Onları hiç kıskanmazdım. Onlar gibi olmayı isterdim elbet, lakin hiç bir zaman surat asmaz, hiçbir zaman dudak büzmezdim.

Ta ki o güne kadar.. Hiç aklımdan çıkmayan bir cuma günüydü. Son iki dersimiz resimdi. Bende iki kurşun kalem, birkaç renkte kuru boyadan başkası yoktu. Lâkin o küçük kızlardan biri çantasını açtığında 24 renkli büyük, güzel bir boya paleti karşıladı beni. Henüz ismini bilmiyordum o zamanlar lakin sulu boyaydı. Görür görmem ile anneme söylemem bir olmuştu. Çok istemiştim, çok ağlamıştım ama annem bana o boyaları hiçbir zaman almamıştı. Belki de alamamıştı. Bunu idrak edebilecek bir yaşta değildim henüz.

O iki kız çocuğunun boyalarını almak, çalmak istedim sonra. Fakat bunu kendime yakıştıramadım. Hayatıma katmak istediğim renkler, sanki orada kaderimi çizmiş gibiydi. Kara kurşun bir kalem ile resim yapmaya devam ettim. Resimlerim  bir öğretmenimizin dikkatini çekmeyi başarmıştı en sonunda. Ertesi gün ismini dahi bilmediğim kır sakallarını yarım yamalak hatırlayabildiğim bir öğretmen bana bir kutu boya ile gelmişti. Işte o gün benim havalara uçtuğum, sevinçten hüngür hüngür ağladığım gündü. Deli gibi istemiştim çünkü. Ki ben o günden sonra kara hayatımın renkleneceğini sanmıştım. Kara bulutların yerini güneş alacağını, havada belli belirsiz bir gökkuşağı çıkar sanmıştım. Ilk yanılgımı orada yaşadım.

Ayakta, tam karşısında durup gözlerimi diktiğim renkli boyalarımdan çektim. Birşeyler karalamayalı epey uzun zaman olmuştu. Geçip masanın karşısında duran ahşap sandalyeye oturdum. Fırçalarımı dizdim, boyalarımı hazırladım. Bir bardak su doldurup hemen masanın üzerine koydum. Boya fırçalarımdan birini elime alıp boş bir sayfaya yaklaştığımda öylece dona kalmıştım. Şimdi ne çizecektim ?

Kırları mı ?
Dağları mı ?
Bir deniz kenarını mı yoksa karanlık bir ormanı mı ?
Sahi neyi çizecektim ?
Kalabalıklarca dolanıp durduğum sokaklardan bir tanıdık yüz aradı zihnim. Insan portresi çizmek istedim.

Fırçayı elime aldım ve suya batırıp biraz ıslattım. Sarı boyaya götürdüm ve daha sonra boş sayfaya bir çizik attım. Çizik atmamla şaşırmam bir olmuştu. Sarı boyaya batırdığım fırça beyaz sayfada siyah durmuştu. Oturduğum sandalyeden doğrulup kapı dibinde duran düğmeye dokundum. Loş ışık odayı zoraki bir şekilde aydınlattı. Lâkin gözlerim yalan söylemiyordu. Tuvaldeki renk siyahtı. Kendi aptallığıma belli belirsiz bir tebessüm yollayıp devam ettim. Önce yüzünü, dolgun dudaklarını, ince kaşlarını daha sonra rüzgar ile dans eden sarı saçlarını çizdim, o hiç tanımadığım bir balıkçı adamın. Sıra gözlerine geldiğinde yeniden duraksadım. Mavi gözler çizdiğimi sandığım adamın gözleri kapkaraydı. Kendimle çeliştiğimi düşünerek gözlerimi kapattım ve deniz kenarındaki o adamı hatırlamaya çalıştım. Gözleri sahiden mavi miydi yoksa aklım bana bir oyun mu oynuyordu ?

Gözlerimin karanlığında canlanan gözler karaydı. Ölülerin yasını bürünmüşcesine kara.. kapkara. Bu gözler aynı zamanda tanıdıktı. Daha sonra karanlıkta sadece gözlerini seçebildiğim yüz tamamlandı.
Bu yüz Yusuf'un yüzünden başkası değildi.




- Belkıs Özener : Sevemedim
Karagözlüm -

"Bana cefa ediyorlar
Bilmem nedendir
Benim korkum senden değil
Kaderindendir."


AWAREHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin