Ve Nasıl Uzaydaymışım Gibi Yalnızım

2.8K 189 212
                                    


Buruşturularak atılmış bir kâğıt parçası gibiyim. İçimde kalkıp gidenlerden doğan boşlukların ağırlığı.

 İçimde kalkıp gidenlerden doğan boşlukların ağırlığı

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

Ve sevmek.

Ve korkmak;
ve nasıl, uzaydaymışım
gibi yalnızım.


Odama çıktığımda zaten dün geceden hazır olan bavulumu kapıya doğru sürükledim. Dolabın hemen kenarında duran, sırt çantamın içine ayakkabılarımı ve cüzdanımı koydum. Fermuarları kapatırken ardımda duran kapı ağır ağır açılsa da, tiz bir gıcırtı sesi çıkardı. Arkamı dönmeden çantama birkaç parça eşya daha doldurmaya devam ettim.

"Pansiyon ayarlamadın."dedi hemen arkamda dikilen Rıza.

Geçip yatağıma oturduğunda gözleri yüzümü buldu. Ikinci gözün fermuarlarını da kapatırken ona baktım. Gözleri, yağmur ardından buharlaşan bir pencere gibi buğuluydu. Onun bu konuda kendisini suçlamasını istediğim son insandı. Çünkü o, elinden geldiğince yanımda olamaya çalışmıştı. Ve şimdi de yanımdaydı.

Fakat içimdeki öfke, kırgınlık o kadar büyüktü ki. Ona sıçramasından korkuyordum. Fermuarlarını çektiğim çantayı sırtıma geçirirken konuştum.

"Annem çok hastaymış Rıza. Ve biz ancak onun hasta olduğunu öldüğünde anlayabildik. Ve annemi onlar öldürdü."
Gözlerim anlamsızca doluyor, etraf bulanıklaşıyordu. Hayır. Şimdi tüm cesaretimle gitmek için hazırlanmışken, güçsüz bir kadın gibi ağlayamazdım. Gözlerimden firar etmek için çabalayan yaşlara direndim.

"Nereye gidiyorsun ?"dedi aniden. Söylediklerimi dinlememişti bile.

"Her nereye olursa oraya."dedim. Bu sorusunun cevabı değildi, biliyorum. Fakat zaten kendimde nereye gittiğimi bile bilmiyordum.

Elini cebine attı. Cüzdanından bir miktar para çıkardığında elleri elimi avuçladı. Her ne kadar buna gerek olmadığını,kendi başımın çaresine bakabileceğimi söylesem de beni dinlemedi. Parayı alıp çantamın ilk gözüne koydum. Elim bavulumun sapı ile buluşup kapıya doğru birkaç adım attığımda bana ismimle seslendi.

"Gökçe ?"

Durup ardıma bakmak ve çekip gitmek arasında kaldım. Sanki ona döndüğümde gidemeyecekmişim gibi bir his vardı içimde. Gözlerinin buğusu gözlerimi hapsedecek gibi. Ben onu ilk kez böyle görüyordum. Kim bilir tıpkı o da ben gibi, abim ve babamın yerine, annemin ölümünden kendisini suçlu tutuyordu. Hâlbuki masum olan bizlerdik. Koca bir çınar ağacı kesilip yerle bir olurken, havada yuvasız kalıp amansızca çırpınan kırlangıçlardık biz.

Ardıma döndüm. Boğazımdaki yumruya galip geldim. Ağlamadım. Gözleri parkenin üzerinde anlamsızca gezinirken bir fısıltı gibi konuştu.

"Kendine dikkat et. İhtiyacın olursa eğer, ben buradayım."dedi. Söylediklerini belki de kendisi bile duymamıştı. Sevgi denilen bu kavram, saklanılması gereken birşey miydi ?

Onu sadece başımla onaylamak ile yetindim. Kırmızı bavulumu ardımda sürükleyip hızla çıkıp gittim bu evden. Ki artık buna yüreğim dayanamayacaktı.
Yolun kenarından bir taksi çağırıp bavulumu bagaja attım. Arka kısımdaki koltuğa oturduğumda gözlerim artık direnişini bıraktı. Ardı ardına yanaklarıma süzülen gözyaşlarıma aldırmadım.

Her ayrılık biraz gözyaşı barındırırdı zaten içinde.

Taksi şoförü "nereye ?"diye sorduğunda dakikalarca sustum. Verecek bir cevap, gidecek bir yer aradım. En sonunda aklıma okulun iki sokak üstündeki ufak otel geldi. Orayı az buçuk tarif ettiğimde şoför "Serfinaz Otel"dedi.

"E- evet."diyebildim. Her neresi ise gitmeye hazırdım.

Taksi durup, altımızda kayıp giden yollar bittiğinde, Serfinaz Otel'in önünde durmuştuk. Işlek bir caddenin ardında kalan dar sokaktaydı. Otelin önünde parlak, ışıltılı yazılarla, kocaman "Serfinaz Otel" yazıyordu. Yere kadar uzanan camlar içeriyi net bir şekilde gösteriyordu. Otele bakmayı bırakıp şoföre taksi ücretini uzattım. Taksiden indiğimde, şoför bagajdan bavulumu indirdi. Ardımda kalan kırmızı bavulumu sürükleyerek otel kapısına doğru ilerledim. Içeriye girdiğimde burnuma lavanta kokusu doldurdu. Sağ tarafta gri koltuklar ve beyaz ufak bir sehpa vardı. Köşede cinsini bile bilmediğim iki saksı bitki, Eylül ayına hiç aldırış etmemişçesine yemyeşil duruyorlardı.

"Buyrun hanımefendi ?"dedi sarışın, yeşil gözlü, üzerine dar ve kalem kesim bir elbise geçirmiş olan kadın.

Yüzüme yalandan bir tebessüm yerleştirirken konuştum. "Merhaba, tek kişilik bir oda istiyorum."

Kadın kayıt işlemlerini yaptığında peşin olarak ücreti ödedim. Rıza'nın verdiği para ancak 4 günümü karşılamaya yetmişti. Elimde ise sadece 40-50 lira civarı para kalmıştı. Odamı göstermeye pek hevesli olan sarışın, kahve gözlü, 17'lerindeki genci kırmayıp odamı göstermesine izin verdim.
2 numaralı odaydı. Sarışın genç bavulumu odama kadar taşıdıktan sonra apar topar aşağı indi. Bavulumu içeriye alıp, odama göz atmak için solda kalan düğmelere dokundum. Oda beyaz, soft bir ışıkla aydınlandı. Tek gözlü, pekte ufak sayılmayacak bir odaydı. Sağ tarafta 2 pencere vardı. Duvarlar fuşya rengiydi. Ufak bir dolap, ortada tek kişilik bir yatak, hemen yanında ise gri renkte bir komidin vardı. Yatağın karşısında 33 ekran bir televizyon ve banyo olduğunu tahmin ettiğim bir kapı duruyordu.
Üzerimdeki ceketi bile çıkarmadan, geçip yatağa uzandım. Ayakkabılarımı güç bela ayağımdan çıkardığımda pervasızca yere bıraktım. Gözlerim bir süre karşıda duran fuşya rengi duvarda gezindi. Daha sonra ağır ağır kapandı.

Otelin kahvaltı servisi yoktu. Fakat istediğiniz zaman gidip aşağıdaki yemekhaneden yemek yiyebiliyordunuz. Bu yemek işi iyi olmuştu. Sabah'ın 7'inde kalkıp hazırlanıyor, birşeyler atıştırıp doğruca okula gidiyordum. Zaten buradan okul yolu yürüyerek sadece 5-10 dakika kadar sürüyordu. Dersim 3 gibi bitse de geri kalan zamanımı kütüphanede geçiriyordum. Akşama doğru otele ancak gelebiliyordum. Adının Feyza olduğunu öğrendiğim sarışın kadın, hemen girişte durup, kocaman bir tebessümle karşılıyordu beni. Ben de tıpkı onun gibi tebessüm etmeye çalışıyordum. Fakat zordu.

Kimi zaman böyle mutlu olan, her yere gülücükler saçan insanlara 'hiç mi derdiniz yok ?'diye sormak geçiyordu içimden. Nasıl bir insan bu kadar mutlu olabilirdi ki ? Aklım almıyordu. Ki benim; kaldırımda ezilen papatyalar, yuvasından düşen yavru kuşlar, annesiz kalmış yavru filler bile mutsuz olmama yetiyordu. Ben mi çok mutsuzdum yoksa insanlar mı çok mutluydu hiç bir zaman bir anlam verememiştim.

Birşey noksandı, fakat bu neydi ? Evden çıktıktan sonra birşey unuttuğunu fark ederek duraklayan, fakat unuttuğunun ne olduğunu bir türlü bulamayarak hafızasını ve ceplerini araştıran, nihayet, ümidini kesince, aklı geride, ileri gitmek isteyen adımlarla yoluna devam eden bir insan gibi üzüntülüydüm.

O gece, oteldeki son geceme tekabül ediyordu.

Fuşya rengi duvarlar karanlığa gömülmüş gibiydiler. Ufak pencereden içeriye giren meltem, beyaz perdelerle dans ediyordu. Kafa dağıtmak adına okuduğum mektuplarımı, yap-boz parçaları gibi birleştirdiğim fotoğrafları giderken yanıma almamıştım. Hattâ o inşaatta çalışan, her yanı boyalı adamı çizdiğim tuval bile, evde kalmıştı. Ki onu tamamlamayı çok isterdim. Çünkü onun yüzünü, gözlerini unutmaktan korkuyordum.

Kim bilir belki de onu birdaha asla göremeyecektim. Yani, öyle sanıyordum.




: Model - Sarı Kurdeleler :

"Kimse yeni yara
açamaz artık.
Çok canım yandı
acımaz artık.
Bugün düşerse yarın kalkar
bu kız kendine
acımaz artık."

AWAREHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin