Ben tereddüte düşmüş bir halde olduğum yerde dururken Serra gözlerini kısmış o ne olduğunu anlamaya çalışırken kullandığı meşhur bakışıyla Tuna'yı baştan ayağa süzüyordu. Sinsi şey.
"Hadi." derken bana daha çok yalvarır gibi bakıyordu. Geçen defaki gibi tehlikeli bir duruşu olmadığından, ona kötü davranırsam vicdan azabı çekeceğimi düşündüm. Onaylarcasına başımı salladıktan sonra Serra'ya döndüm.
"Sonra görüşürüz."
"Bu kim?" Ah Serra! Meraklı olduğu anlarda -ki bunun sözlük anlamı her zaman oluyor- kesinlikle patavatsızdı.
"Konuşuruz." diyerek sevimli olmaya çalışan bir gülüşle el salladıktan sonra Tuna'nın arkasından gitmeye başladım. Yaklaşık 10 dakika boyunca o önde, ben arkada yürüdük. Sonunda geldiğimiz yer epey ıssız ve hava tamamen karardığında zifiri olacağından emin olduğum bir yerdi. Tuna bana doğru döndüğünde gözlerinin parladığını görebiliyordum.
"Neden buraya geldik?" diye mırıldandım.
"O çocuğun artık karşımıza çıkmayacağı bir yerde konuşmak istedim."
O çocuk kim ya? Ah, Aras tabii ki!
"Konuş öyleyse."
"Beni gerçekten yanlış anladın Ada. O gün biraz fazla ısrarcı olmuş olabilirim ama kesinlikle amacım seni öfkelendirmek değildi. Sen öfkelenmeyi de geç beni yanlış anladın tamamen, hatta belki korktun da." Bakışlarını bir an olsun gözlerimden ayırmıyordu. Ben de sanki farklı tarafa bakmamam gerekiyormuş gibi aynı şekilde gözlerimi ona dikmiş durumdaydım.
"Korkmak mı?" Dudaklarımdan istemsiz bir hah döküldüğünü fark edince susmayı tercih ettim.
"Bakışlarını gördüm, sana zarar vereceğimi düşündün. Böyle bir amacım olabilir miydi sence cidden? O çocuk senin beynini yıkıyor bir şekilde. Sana zarar vermek isteseydim okul gibi herkesin bulunduğu bir yeri mi seçerdim sence!" Sesinin şiddetini artırmıştı ve kaşlarını bile çatmadan, tamamen duygudan yoksun bir şekilde konuşuyordu.
Okul gibi herkesin bulunduğu bir yer mi seçerdim, derken.. Bir anda ürperdiğimi hissettim. Tamamen ıssız bir sokak arasındaydık! Öyle ki duyulan tek ses bizim seslerimizdi. Sustuğumuzda nefes alışlarımızı sayabileceğimiz kadar sessiz bir ortam oluşuyordu.
Geriye doğru birkaç adım sendeledım. "Ben... Gitmek istiyorum." Sesim titremişti, kahretsin.
"Beni yine yanlış anladın."
Geri geri biraz daha yürüdüm. "Eve geç kalmak istemiyorum."
Bakışlarında ne vardı, acı?
"Peki, git." Hüzünlü bir gülümseyiş ardından omuz silkti ve öylece durdu. Geriye döndüm ve daha fazla korktuğumu bellii etmek istemediğimden normal adımlarla yürümeye çalıştım. Pekala. Ara sokaktan kurtuldun Ada. Peki şimdi yolu nasıl bulacaksın?
Sağa sola bakınmaya çalıştım ama işin aslı çevredeki hiçbir şey tanıdık gelmiyordu. Yürürken sağıma soluma dikkat etmeyişimin cezasını şimdi çekecektim işte. Annem hep söylerdi "Bir poşet ekmek vereyim de gittiğin yolda arkanda bırak, dönüşte evi bulman kolay olur."
Onun bu takılmalarına karşılık dedem de "Uğraşmayın torunumla!" derdi hep. "Nimet onlar nimet, yere atılır mı hiç?"
Çok özlemiştim hepsini şaka maka, ama şu anda bunu düşünmenin vakti değildi tabii. Ben buradan nasıl çıkacaktım.
Saate baktığımda 8'i bulmak üzereydi. Kuş uğultuları yüzünden ürkmeye başlamıştım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SİYAH KADAR
Подростковая литератураSiyah gibi olmalı insan. Siyah gibi sade, siyah gibi koyu, siyah gibi yalnızlığı yansıtmalı kimi zaman ve siyah gibi kamufle etmeli ardındaki tüm diğer şeyleri. Bazen acımasız olmalı tıpkı siyah gibi, bazense çaresiz. Gecenin en karanlık saatini yan...