the beatles - yesterday[ 2: tanrı'nın başyapıtı]
Henüz beş yaşlarındayken anneme yalvar yakar aldırdığım, odundan yontulma oyuncak atım güzeldi. Annem, sarayda onunla gezmemin tehlikeli olacağını düşündüğünden başta almaya razı olmamıştı ancak bilirsiniz, o zamanlar biraz ağlayınca çözemeyeceğim sorun yokmuş gibi hissederdim.
Günlerce sarayın bahçesinde, avluda, bazenleri kilisede ayinlerden kaçıp atımla oynardım. Tüm dünya benim olmuş, tüm topraklar ayaklarımın altındaymış gibi hissederdim. Bir parça oyulmuş odunun bana öyle hissettirmesi tuhaftı fakat o zamanlar, gördüğüm en güzel şey atımdı benim.
Ardından büyüdüm, çok büyümedim aslında, annemin cenaze ayinin ardından ağlayamayıp saatlerce küllerinin önündeki fotoğrafını izlediğimde dokuz yaşındaki herhangi bir çocuktan çok daha büyüktüm o an. O fotoğrafa saatlerce baktım fakat düşündüğüm tek bir şey vardı, o da dünyadaki en güzel şeyin annem olduğuydu.
Ardından on beş oldum, sarayın koridorlarında koştura koştura geç kaldığım dersime giderken önünden geçtiğim odanın önünde kalakaldım. Derse gitmezsem ne kadar azarlanacağımı ve babamın kulağına gidip çok daha kötülerine katlanacağımı bile bile o odanın kapısının önüne çöktüm ve duyduğum sesi dinledim. Sonradan öğrendim onun keman olduğunu, o odanın önüne çöküp hıçkıra hıçkıra bu muazzam sesi dinledikten çok sonra. O andan sonra dünyadaki tek güzel şey sanatmış gibi geldi.
On dokuz oldum; babamdan, saraydan, vezirlerden, yalakalardan, paradan, altından, her şeyden nefret ettim fakat bir o kadar da yaşamayı sevdim. Bahar geldiğinde Hoseok'la kaçıp bilmediğimiz yokuşlarda at sürmeyi, onunla kavgalar etmeyi, babamdan habersiz şehre kaçmayı, geceleri kütüphanede uyuyakalmayı, müzik odasının önünde saatler geçirmeyi, nefes almayı ve aldığım her nefesi sevdim. Yaşama isteği ve hevesiyle dolup taşmıştı genç aklım; dışarıda kıvılcımlanan savaştan habersiz, her şeyi sevdim. O zamanlar sorsanız, şu küçük dünyadaki en güzel şey yaşamaktı.
Sonra yirmi bir oldum. Hiç bilmediğim bir kasabada, bilmediğim insanlar arasına düştüm ancak bir çift gözü bildim sadece. Bir anda yitiverdi, öyle hızlı oldu ki bu yitiriş; ahşaptan oyuncak atım, annemin fotoğrafı, keman sesi yitiverdi zihnimde ve o kaldı, sadece o kaldı. Yaşamayı unuttum, sadece saniyeler içerisinde tutkunu olduğum yaşama sevinci bir hiçe dönüştü ve ben öylece kalakaldım.
O an sorsalardı bana, dünyadaki en güzel şeyin o olduğunu söylerdim ve yaşım kaç olursa olsun değişmezdi bu.
Neler oluyordu bilmiyordum. Karşımdaki adamla sadece birkaç saniye süren bakışmamızın nasıl asırlar gibi hissettirdiğine dair hiçbir fikrim yoktu. Ellerim olağanüstü bir hızla titremeye başladı ve soluklarım hızlandı.
Kafayı yiyecek gibiydim.
Jimin bendeki bu belirgin değişimleri fark etmemiş olacaktı ki ıslık çalarak tuvallerin dizili olduğu yerden iki tabure getirip birini bana uzatırken gayet rahattı. Onu omuzlarından tutup silkeleyesim geliyor, "Karşında görüp görebileceğin en güzel kişi var, nasıl böyle rahat olabilirsin?" diye bağırma isteğim körükleniyordu.
Buna rağmen başımı iki yana sallayıp kendime gelmek adına boş bir çaba sergileyerek Jimin'in getirdiği sandalyeye oturdum. Gözlerimi sadece birkaç dakika önce, o bedenle göz göze gelmeden önce gördüğüm odada dolaştırırken eski güzelliğini nasıl da kaybettiğini düşünüyordum. Karman çorman düşüncelerimin aksine bakışlarımın uğramadığı tek bir nokta vardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
viva la vida
Fanfictionülkelere önünde diz çöktürten, bir dünya yöneten ulusun varisi jeon jeongguk gitmiş de kim taehyung'un bir bakışına esir düşmüş. biriciğime @lyvnte