5

7.4K 941 854
                                    


[ 5: tan ]

Şimdi sizden çokça özür dileyerek bir dakikanızı çalmayı rica edeceğim çünkü tek bir dakikanın, şu her an yok olup gitmeye meyilli aciz insan ruhu için ne denli paha biçilemez bir değer olduğunun gayet farkındayım.

Bir kişi düşleyin. Hayat, ona ızdırabı, acıyı tattırmış olsa dahi ona tüm gücüyle sarılmış bir kişi düşleyin. Yaşamayı seven, yaşamaya dair her şeyi seven bir kişi düşleyin.

İnanın bana, bu kişi hepimizdedir. Toplumun içinde, her bir bireyin özündedir. Herkes içinde yaşayan, yaşama isteği ve hevesi ile dolup taşmış bir taraf vardır ki bu tarafı ne kadar beslerseniz besleyin, asla hayatın tüm güzelliklerini tatmaya dair tutkusundan vazgeçmez.

Fakat için için biliriz ki, bu yanımız korkaktır da. Yaşamını içindeki o yok edilemez, giderilemez korkunun içerisinde sürdürmektedir: Bir gün her şeyin yitip gitmesi korkusu. Tadacak hiçbir şeyin kalmayacağı, alacak hiçbir yeni kokunun kalmayacağı, hissedilecek başla hiçbir hissin kalmayacağı korkusu. Bu korkuyla harmanlanmış yaşama hevesi ile bir ömür geçirir insan.

Öbür türlü, içi boş kabuk olurdu çünkü. Hayatı işi ve evinden ibaret olan, heveslerini, isteklerini, hayallerini, heyecanlarını ve hislerini tüketmiş yürüyen bir kabuğa dönüşürdü. Bunu kabul etmemek bana mümkünatsız geliyor; insan, içinde bir parça olsun yaşama dair heves ve istek bulundurmasa eğer, yaşayan bir ölüden farksız olurdu.

Fakat böyle olmuyordu işte, bir şekilde bir yolunu buluyordunuz. Bazen küçük bir çocuk elinizi tutup bir şeyler hissettiriyordu size, bazen de yaşınızı fark etmeden kapınızı çalan aşk. Bazen bu sadece öfke oluyordu, bazen mutluluk, bazen ise hüzün. Ancak her türlü bir şeyler hissediyordunuz, olumlu veyahut olumsuz, bir şeyler hissediyordunuz çünkü ancak hissettiğiniz sürece var oluyordunuz.

Ben de böyleydim işte. Hayatımı, tutkumu sürekli bir şeylerde arayarak geçirmiştim. Bir şeyler hissedebileyim diye, bir şeyler yüreğimi çarptırabilirsin diye arana arana bir ömür geçirmiştim ve tam pes ettiğimde, Kim Taehyung çıkıvermişti karşıma.

Şimdi onu izliyordum. Önümdeki masaya yaslı bedeni, üstü çıplak vücudu, yüksek bel eşofmanı, darmadağın saçları, uykusuzluktan küçülmüş gözleri, sürekli ıslatıp durduğu dudakları, tüm eşsizliği ile onu izliyordum. Ara sıra düşüncelere dalıyor, önündeki kağıda bir şeyler çiziktiriyor, ardından heyecanla gözleri irileşip önündeki kağıda bir şeyler karalıyordu. Sonra fikrimi almak için başını kaldırıp bana bakıyor, kaçıncı olduğunu sayamadığım kez dudaklarını yalayıp gülümsüyor ve kısık sesiyle konuşuyordu.

Ona bakarken, "Tanrım," demekten alıkoyamıyordum kendimi. "Tanrım, yaşamaya değer bir şey bulmuş gibiyim."

Yaptığımız gayet basit bir şeydi. Taehyung'un söylediğine göre, yakın bir arkadaşının bir hafta sonra düğünü vardı ve düğünde onun çalmasını rica etmişti. Kasaba içerisinde, sade bir sokak düğünü olacak olmasına rağmen Taehyung tüm titizliğiyle bir repertuvar hazırlıyor, çalınacak şarkıları seçmeye çalışıyordu. Arkadaşı hoşlandığını söylediği için repertuvarın neredeyse tamamı klasik müzikten oluşuyordu ve böyle olması benim için daha iyiydi çünkü bu, Taehyung ile beraber keman ile piyano çalacağız demekti.

"Bir tane de sözlü, romantik bir şey koymamız gerekmez mi?" diye sordum kağıda doğru eğilip şarkıları incelerken. "En azından dans için," diye eklediğimde sessizce onaylayıp düşünmeye başladı. "Aklına bir şey geliyor mu?" diye sorduğunda bana fikrimi sormasıyla nedensiz bir mutluluk oluştu içimde.

Aslında yeni bir şey değildi bu, Taehyung bana fikrimi çokça soruyordu. Bir resim yaparken bir anda yanına çağırıp, "Jeongguk sence bu ton olmuş mu?" diye soruyor, dersler için hazırlanırken öğrenciler hakkında düşüncelerimi öğreniyor ve yardım istiyordu. Yavaş yavaş bir ekibe dönüşüyorduk ve bu çok hoşuma gidiyordu.

viva la vidaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin