Bir varmış bir yokmuş diye başlardı masallar. Annem anlatırdı ben küçükken bu masalları. Her masalın sonu mutlu biterdi ama ya sonra ne oldu diye hep merak ederdim.
Büyüyünce fark ettim ki masalların devamını kendimiz getirirmişiz. Karamsar bir insan değildim lakin devamını getirdiğim masalların sonu hep kötü bitti.
Pamuk prenses yedi cücelere kaçtı, prens külkedisini üvey kardeşleri ile aldattı, Alic'i harikalar diyarında tavşan sırtından bıçakladı.
Bir şekilde bende masalların sonu hep kötü bitti. Biraz daha büyüyünce hayatın masallar ile hiçbir alakası olmadığını anladım.
Hayatta insanlar vardı. Gerçek canavarlar insanlardı. Ölümler, soykırımlar, tecavüzler ve daha niceleri. İnsan nereye elini atsa işte orası kuruyup kaldı.
Kundakta bebekler öldü, hamile kadınlar alıkonuldu. Yiğit erlerin başları kesildi. İnsanın olduğu yerde hep kan aktı.
Ellerimde birçok kişinin kanı var. Belki birilerinin evladı, babası, anası ve eşi! Bunların hiçbirini görmedi gözüm görmeyecekte. Toprağımın bir karışına el uzatanın elini değil başını keserim.
Bu yüzden buradayım. Bu dağ başında, toprağımdan uzak vatanımdan ırak vatanım için. Belki yaşamak için değil ama yaşatmak için. Yaşatmak pahasına öldürmek için.
Soğuk dağ havası iliklerime işlerken yaklaşan kışın varlığını daha çok hisseder oldu ciğerlerim. İçime hava ile doldurduğum sigara dumanını usulca sabah ayazına bırakırken düşüncelerimi de aynı şekilde bırakmak istedim dudaklarımdan.
Kafamın içinde kırk tilki hepsi birbirine kenetli bir düşüncenin bile özgür kalmasına izin vermiyorlar her an daha fazla içime sirayet ediyorlar. Sigaramın son nefesini de içime çekerken sigarayı ne kadar çoğalttığımı düşündüm.
Doğan güneşin kızıl ışınları karşıdaki Türk dağlarını aydınlatmaya başlamıştı ve içimdeki özlem daha da artmıştı. Bu sıralar en çok yaptığım şeydi özlemek.
Oturduğum yerden kalkıp kamp alanına doğru yol aldım. Attığım her adımda kuru otların ve taşların hışırtısı sessiz sabaha bomba etkisi yaratıyordu adeta. İçime derin dağ havasını çekerken düşüncelerden bir nebze olsun uzaklaşmıştım.
Kamp alanına geldiğimde yeni yeni uyanmaya başlayan insanlara kısa bir göz gezdirdim. Her ne kadar üç yıldır yanlarında olsam da onlardan biri değildim. Olmayacaktım da! Ne bir gün olsun biriyle gereksiz bir diyaloga girmiş ne de samimi bir bakış atmıştım.
Burada olanlara karşı hep bir buz küpüydüm. Hep nefret doluydum. Belli edemeyeceğim bir nefret.
Cebimden örgütün uydu telefonunu çıkardım ve Beşikağaç karakolunun numarasını girdim. Kısa bir çalışın ardından cevap verilen telsiz telefonda cızırtılı bir şekilde konuşanın sesi duyuldu.
"Beşikağaç karakolu ben Er Mehmet Cansever."
"Komutanını ver telefona Canınıseven!"
Kısa bir sessizlik yaşandı ardından duyduğum ses ahizenin masaya konma sesiydi. Birkaç gündür düzenli olarak aradığım için artık tepki bile vermeden Ali'yi çağırıyorlardı artık telefona.
"Ne var!"
Odamın kapısını kapatıp kırık dökük iskembenin üzerine yayvan bir şekilde oturdum ve Ali'nin kabalığına kendimce göz devirdim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Güçlü Kadınlar Serisi 3; KARACA (Ara Verildi)
General Fiction"Elif dedim, be dedim Amman, Kiz ben sana ne dedim. Elif dedim, be dedim Amman, Kız ben sana ne dedim." Sazın sesi içerime işlerken babam ile söylediğimiz bu parçada sanki yeniden babamla söylüyormuş gibi benim nakaratım da Ali'nin sesini bastırdı s...