Gördüğüm görüntülere ağrıyan kalbimi dindirebilmek için koştum o tepeye.
Şehrin parlak ışıkları yüzüme vururken, bedenime çarpan sert rüzgârın içimi titretişiyle üşüdüğümü hissettim. Fakat bu, o kadar yaşıyor gibi hissettirdi ki, hissedemediklerimle atkımı daha sıkı sardım suratıma, şapkamı daha çok indirdim alnıma, şehri izlemeye devam ettim.
Kızgındım. Mark'a çok kızgındım.
"Birazdan yürümeye devam ederim, veya atarım kendimi şuradan aşağıya, ama şimdi sadece azıcık daha şehri izleyeyim," dedim kendi kendime.
Şehri izlemek için oturduğum yükseklikten düşmenin nasıl bir his olduğunu merak ediyordum, hep merak etmiştim, gözlerimi kapattım kısa bir süreliğine, düştüm... Hayır; düşüşümü hayal ettim.
Yere çakılmaya birkaç saniye kala, o çarpma hissinin verdiği kalp çarpıntısıyla gözlerimi açtım, oturduğum yere geri dönmüştüm. Derin bir boşluk.
Derin bir boşluk...
O boşluk, dolmuyordu.
Gün geçiyordu, ay geçiyordu, o da devrediyor kendini yıl geçiyordu, fakat benim içimdeki boşluk dolmuyordu.
Ben Haechan idim. Gerçek isminden nefret eden Haechan.
Ömrüm boyunca, farklı biriydim. Hep farklı düşünmüştüm.
Ana sınıfında iken, denizkızı olmak isterdim. Bu isteğimle yurt müdürü beni dövmüştü. Kulaklarımda hala çınlıyor sesi, "sen erkeksin. Kendine gel!"
Ortaokul biterken, seri katil olmak isterdim. Bu isteğimle yeni ebeveynlerim beni tekrar dövmüştü. Kulaklarımda yine sesi, "sen insansın. Kendine gel!"
Bir kaldırımın ortasında büyümeye çalışan bir çiçek gibiydim. Büyümeye çalıştıkça, üzerime basıldı. Çiğnendim, baskılandım, soldum...
Şimdi ise kulağımda bir kulaklık vardı; Skeleton Flower çalıyordu arka planda.
Yürümeye başladım. Nadiren çıkardım evden, nadiren yürürdüm. Şimdi, katilimin evinde geçirdiğim o uzun sürenin ardından, yeniden yürüyordum. Nereye yürüdüğümü bilmezdim yürürken, yine yürüyordum.
Fakat yıllardır ne zaman yürüsem değişmeyen tek bir şey olurdu; dünyanın yükünü sırtlanmışım gibi kamburum çıkardı hep, yürürdüm öylece.
Sol tarafımda bir ağrı vardı, kalbim ağrıyordu. Yaptıklarım değil, yapamadıklarım içimi ağrıtıyordu.
İnsanın içi ağrır mıydı? Ağrıyordu.
İnsanın ruhu yanar mıydı? Yanıyordu.
Nasıl anlatsam bilmem; kelimelerle iyi değil aram bilemem.
Göğsümün üzerinde bir his vardı, çok ağır bir his. Nefes alamıyordum.
Yürüyordum, yürüdüm, yan tarafımdan yol aktı, ayaklarımın altından yer. Ve sonra, kafamı eğdim, gökyüzüne*. Eğdim ve baktım yıldızlara.
Sonra düştüm. Gerçekten düştüm. Çarptığım beden, bir şeyler söyledi ellerini savurarak.
Mark'tan başkası değildi. Sanırım artık, nereye koşsam Mark'a çarpacaktım, nereye kaçsam Mark'a çıkacaktı yollarım.
Acı gerçek suratıma çarptı.
Stockholm Sendromu'na tutuldum desem, o da değildi. Beni zorla tutmuyordu...
Hoşlanmaya başlamıştım. Ben, Lee Haechan, bir katilden, beni öldürmesi için anlaşmaya vardığım adamdan, Mark Lee'den hoşlanıyordum...
Mark, birkaç saat önceki halinden farklıydı; birkaç saat önce bana bakarak öptüğü kadını sarmıştı dün gece bana dolanmış kolları, gözlerimin içine bakarken takındığı o iğrenç sırıtışı unutamazdım; ama artık yalnızca endişeyle kasılmış dudağının süslediği endişeli suratı vardı karşımda.
O da yerdeydi, benim gibi. Kahkaha attım, acıyan bedenime inat.
Kahkaha attım, acıyan ruhuma inat.
"Ait olduğumuz yerdeyiz." Yerin dibinde.
Söylediğime kaşlarını çattı, tepkisiz kaldı, sustu.
Gözlerini gezdirdi merakla suratımda. Ona kızgın olduğumdan kaçtığımı biliyordu. Kırgın olduğumdan kaçtığımı biliyordu.
Mark Lee, ona olan hislerimi anlamıştı, anlayacak kadar zeki olduğuna emindim.
O beni izlerken, anı ayarladım, tam şarkı başa sarmışken kulaklığımın tekini çıkarttım kulağımdan, Mark'ın şaşkın bakışları içerisinde onun kulağına yerleştirdim. Kendim duyamadığım sesimle mırıldanarak eşlik ettim şarkıya.
"Islandıkça daha da şeffaflaşan bir çiçeksin sen
Aramızdaki yaprak pişmanlıklarımızla ıslanıyor
Şeffaf ama yok olmuyor hiç...
Saydamlaşıyor ama en azından acıtmıyor artık
Bilip de anlayamamak..
O kadar acıtıyor ki,parçalanıyormuşum gibi.. ölüyormuşum gibi...
Şimdi göz yaşlarıyla sırılsıklam
Bariz hatalarım daha fazla görülemeyecek
Rüzgarla dağılacaklar etrafa...
Sabah çiğiyle daha da ıslanacaklar...
Gözümün önündeki sevgili yaprak...
Beni benden alan bir kokuya sahip
Bu yüzden seni bulamıyorum, beni sonsuzluğa hapsettin
Şimdi kurnazca ve karbeyazı bir gülüş sunuyorsun bana...
Rüzgarla dağılacaklar etrafa...
Sabah çiğiyle daha da ıslanacaklar...
Zaman geçtikçe beyaz çiçekler de boynunu bükecek...
Sanki hiç şeffaf olmamışlar gibi öncesinde...
Acıyla dağılacaklar etrafa
Ve gözyaşıyla daha da ıslanacaklar..
Zaman geçtikçe
Zaman geçtikçe
Zaman geçtikçe
Zaman geçerse eğer...**"
Bizim hikayemiz, bitişe koşarak sürmeye, bizi bitirmeye yemin ederek ilerlemeye devam ediyor iken, orada öylece aynı şarkının başa sarışı eşliğinde birbirimize baktık.
İkimiz de, içine düştüğümüz bok çukurunun farkındaydık...
***
* işaretli yeri bir arkadaşımın kurduğu bir cümleden aldım.
** işaretli yeri ise pandablog1'den aldım. Jonghyun'un şarkısının çevirisidir.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ölüm Kapanı (MarkHyuck) ✔
FanfictionMark öldürmek için yaratılmıştı. Donghyuck ölmek için Tanrısına yalvarıyordu. Yolları kesişti. Her şey değişti. "Ben ölüme aşıktım, ben göğe aşıktım. O öldürmeye aşıktı, o adalete aşıktı. Bir gece, kesiştik, tanıştık, yarımlaştık. Ben ona aşıktım, b...