Oysa sonsuza dek kalacağımı sandım.

316 43 5
                                    

"Mark!" Pişirdiğim yemeğin altını söndürürken, içeride olduğunu bildiğim adama bağırdım. "Yemek hazır!"

"Geliyorum!" Bana cevap veren sevgilimin sesi, evet sevgilimdi, içimi titretti.

Gittikçe yaklaşan adım seslerini işittim. Ardından dolap kapağını açıp içinden tabakları çıkaran, yemeği servis etmeme yardımcı olan Mark'ı, o masaya yaklaşıp tabakların yanına çubukları ve bardakları koyarken öptüm.

Arkasını dönerek bana doladı kollarını.

"Son bir kişi, Haechan. Son bir kişi kaldı. O şerefsizin babasını da geberttikten sonra, basıp gideceğiz buradan. Sen ve ben. Bambaşka bir ülkeye." Dedi, saçlarımı öptü.

"Gidelim sevgili," dedim burnumu ona sürtüp kokusunu iyice alırken.

"Taeyong ve Doyoung da gelebileceğini söyledi. Belki onlar da gelir? İster misin? Doyoung'u sevmiş gibiydin..." Çenesini boynuma dayarken konuştu.

Kafamı aşağı yukarı salladım.
"Evet, isterim."

Daha sonra oturduk, yemeğimizi yedik.

Yemekten sonra Mark, şarap içip telefonuyla oynarken, ben elimdeki kitabı okuyordum.

"Ne okuyorsun?" Mark sordu.

"Ariel ve Seçme Şiirler, Sylvia Plath." Cevapladım.

"Ne anlatıyor?" Yeniden sordu.

"Mark, sırf muhabbet edebilmek için böyle sorular sorma gözünü seveyim, her şiirin anlamını araştırmaya kalkarsak buradan uzunca bir süre kalkamayız ki." Kıkırdayarak cevapladım.

Mark bana yaklaştı, kitabı elimden alıp kapatırken, beni hızla kendine çekti.

Ayaklarını uzattı, beni bacaklarına oturttu.

"Hmm... Konuşurken büzülen dudaklarınla, öylesine sevimlisin ki..." Dudaklarını boynuma, omzuma gömüp emmeye başladı.

Omuzlarına tutundum. Dudakları tenimde gezinirken mutluydum.

Mutluluk... Böylesine basit miydi? Uzun sürer miydi?

Sürmesini diledim.

Fakat aniden, sertçe yumruklanan kapı ile birbirimizden ayrıldık. Tanrı, bana orta parmak çekmişti sanırım...

Mark bana baktı. "Odaya çık, saklan. Bu evi kimsenin bilmiyor olması lazımdı. Bir şeyler garipti zaten..."

Kafamı iki yana salladım.
"Hayır Mark. Olmaz." Dudaklarıma bir öpücük kondurdu.

Daha sonra dudağıma eğildi, "bugün ne olursa olsun, önce kendini düşüneceksin Haechan," dedi, ardından sertçe dudaklarımdan öptü.

Anlayamıyordum.

"Aç lan kapıyı! P*ç kurusu! Oğlumu öldürdüğün gibi öldüreceğim seni!" Dışarıdan gelen sesle Mark sırıttı.

"Biz ona gitmeden o bize geldi sevgilim. Yarın bu şehirden gideceğiz sonunda, ha?" Burnunu burnuma sürttü.

İçimde beliren kötü hissi yok saymaya çabaladım. Kafamı aşağı yukarı salladım gülümsemeye çalışarak. "Gideceğiz Mark, gidelim." İlk defa ölüm dışında bir şeyi isterken, içimden bilmem kaç kez tekrar ettiğim söylediklerimi.

Tanrım yalvarırım, gidebilelim.

Mark, beni kucağında tutarak ayağa kalktı, sonra da beni yere bıraktı.
Masanın üzerindeki silahı aldı, kapıya ilerledi.

Bana birkaç gün önce hediye ettiği silahı da ben elime aldım. Evet, ilişkimizin ilk hediyesi olarak, silah hediye etmişti. Kullanmayı tam bilmiyordum gerçi, öğreteceğim demişti.

Bana yaklaştı, silahı elimden alıp birkaç şey yaptı, "şu andan itibaren dikkatli ol, yanlış bir an olduğu an tetiğe bas, silahı çektim ben," dedi.

Kafamı aşağı yukarı salladım. Eğilip tekrar öptü beni.

"Seni seviyorum, Hae."

Ayak uçlarımda yükselip ben de onu öptüm, tekrar ve tekrar öptüm, "seni seviyorum Mark."

Zaman kaybediyorduk, fakat her şey öylesine planlıymış gibiydi ki...

Mark'la birbirimizden sonunda ayrılabildiğimizde bana gülümsedi, sonra dönüp kapıya adım attı, o kapıya varıp güvenli bir pozisyon alamadan, kapı sertçe, duvara çarpacak şekilde, açıldı.

Yaşlı ve tiksinç suratlı bir beden elinde doğrulttuğu silahı, kapı açılır açılmaz aniden ateşledi.

Ben ne olduğunu anlayamazken, Mark yere yığıldı.

Dünyam dönüyordu. Dünyam tam anlamıyla dönüyordu.

Elimdeki silahı ben de ateşledim. Silah gürültüyle ateşlenip kulaklarımda uğultuya neden olurken, yaşlı pezevenkin kafasında açılan delikle yığılışını izledim, ardından ben de yere yığıldım, titreyen bacaklarımla emekleyerek yerde yatan Mark'a yöneldim.

Bir elimde hala silah vardı.

"Mark?" Baş ucuna vardığımda mırıldandım.

"Hae-" öksürdü, nefesi kesiliyordu, "üzgünüm."

Gözleri kapandı.

"Mark şaka mı yapıyorsun? Kalksana?" Yanında oturdum, silahı kenara koydum, ellerimi göğsüne bastırdım, elimle engellememe rağmen boşalıyordu göğsünden kan...

"Mark?" Mırıldandım.

Nasıl ağlanıyordu? Bir insan nasıl ağlıyordu?

"Mark, kalksana."

Çığlık nasıl atılıyordu? İnsan, en çaresiz anında böyle mi olurdu?

"Mark, korkuyorum."

Ambulansın numarası kaçtı? Telefon neredeydi?

"Mark, kan var, çok kan var."

Dünya neden dönüyordu? Ne zaman dönmeyi kesecekti?

"Mark beni kendinle boyamanı söylediğimde bunu kast etmemiştim. Kalksana be adam!"

Kalbimde hissettiğim acı, nefesimin kesilmesi, yabancı olmadığım ve daha önce deneyimlediğim her his, şu an nasıl, neden böylesine yabancılaşabilirdi?

"Mark, kapatma gözlerini, yalvarırım."

Sarstığım beden, neden ben sarsmadığım sürece hareket etmiyordu?

Boğazımda beliren kusma isteği, kalbimde beliren ağrı... Dayanamıyordum, kulaklarım çınlıyordu.

Oysa ki, üç gün geçmişti sözleştiğimiz bir ayın dolmasının ardından.

Sözleştiğimiz ölüm bizi bulmadı diye sevinirken, bu yaşananlar da neydi?

"Mark, Mark... Mark uyan!"

Mark'ın cevap vermeyen dudaklarına bastırdım dudaklarımı.

Kana bulanmış elimle, onun kanına bulanmış ellerimle, okşadım yanaklarını.

"Uyan sevgilim, uyan gözünü seveyim. Tanrım, senden nefret ediyorum Tanrım, yanıyorum Tanrım!"

Bağırıyor muydum? Hayır, sesimi duymuyordum. Emin değildim.

Bağırıyor muydum?

"Mark! Sevgilim!"

Ağlıyor muydum?

Bildiğim tek şey vardı, üşüyordum; en az Mark'ın soğumaya başlayacak bedeni kadar soğuyacaktı birazdan ellerim... Çünkü ben, canım yandığında, korktuğumda üşürdüm.

Bir elimle, yırttığım kıyafetimi de tutarak yeniden yarasına baskı yapmadan evvel, kapıda beliren bedenler fark ettim.

Kafamı kaldırdım.

Ölüm Kapanı (MarkHyuck) ✔Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin