Mark, gözlerini öylece dikti.
"Geçenlerde, umurunda olmadığını, Ten'in ölümüne sevinebileceğini söylediğin için hızlıca söyleyip kurtulacağım. Ten öldü. Ben öldürmedim, Taeyong ben geç kaldığım için başkasını tutmuş. En sevdiğin Ten Hyung'un öldü ve ben s*ktiğimin parasını alamıyorum!" Söyledikleri, konuşmamı, nefes almamı, düşünmemi engelleyecek keskinlikte döverken kulaklarımı, kulaklarımda başlayan uğultuyla dünyanın dönmeye başladığını hissettim.
Ten öldü... Ten öldü... Ten öldü...
"Yalan söyleme." Sonunda sesimi bulup mırıldanırken, kafamı iki yana salladım.
"Yalan söyleme, hayır. İstersen herkesi öldür umurumda değil, ama yalan söyleme." Kafamı yeniden ve yeniden iki yana sallayıp dururken mırıldandım.
Birinin ölüm haberini aldığınızda üzülürdünüz, dünyaya sığamadığınızı hissederdiniz, gerçek değilmiş gibi hissederdiniz, mezarına gidip gördüğünüzde bile zor kabullendiğiniz fakat zaman geçtikçe alıştığınız bir döngüye girerdi her şey.
Bir süre sonra, eskisi kadar aklınıza gelmez, eskisi kadar acıtmazdı canınızı. Yaşamınıza devam eder, onu hatırlatan bazı anlarda keşke burada olsaydı düşüncesini hisseder, yine de nefes alırdınız. Mutluluğunuzu sürdürebilir, kahkahalar atabilirdiniz.
Fakat, en sevdiğiniz ve sahip olduğunuz tek şey olan o biri öldüğünde, siz de ölürdünüz.
O kişiyle birlikte siz de ölürdünüz.
Önce, artık alınmayan her nefesle birlikte anılarınız da bırakırdı yaşamayı. Sonra sesler silinirdi, gülüşler sessizleşirdi, kokular ölürdü, yüzler bulanıklaşırdı.
Kaybolan bir gölge ile, sizin varlığınız da kaybolurdu.
Artık kahkahalarını duymayacağını bildiğiniz o insan, yüzünü dahi hatırlayamadığınız biri olurdu. Siz yabancılaşırdınız, ölüm bildiğiniz sizi diri diri yakardı.
Kendimi hiçbir zaman bilemediğim, tanıyamadığım için, diri diri yanmak umurumda değildi.
"Ten öldü."
Yıllar önce vazgeçtiğim hayatım, umduğumdan daha erken billurlaşırken, gerçekler yüzüme çarptı.
Mark yalan söylemiyordu, yalan söyleyen tek kişi bendim; onun ölümüne sevineceğimi söyleyerek, umurumda olmadığını söyleyerek yalan söylemesine izin verdiğim bir diğer karakterimin pişmanlıkla ölümün karşısında secdeye duruşunu, af dileyişini izledim.
Ben, bugün, Ten Hyung'un mezarına bile ulaşamazken, zaten ölmüş hisseden ruhumun nasıl bir kez daha öldüğüne şahit oldum.
Yaşarken ölebilirdi insan, nefes alırken bir mezarın içinde yatıyor olabilirdi.
Ve ölüyken, bir kez daha ölebilirdi insan, bir kez daha, bir çığın altında yerini yönünü kaybetmişçesine ölüme emekleyen bedenler gibi, ölüm çıkmazına çarpabilirdi.
Gözyaşlarım akıyorken, Mark kaşlarını kaldırarak bana baktı.
Beklemiyor muydu? Bekliyor muydu?
Umurumda değildi.
"Siktiğimin ölümüne ulaşıp artık acı çekmeme engel olacak olan dinginliği dört gözle bekliyorken, intiharıma engel oldun." Hışımla ona adımlarken yakalarına yapışarak bağırdım.
"Senin aptal oyunlarınla ölüme gecikirken, en sevdiğim insanın öldüğünü öğreniyorum!" Onu sarsarken bağırışım, ağlayışım umurunda değildi. Hareketlerimin etkisi yoktu.
Herkes gibi, onun için de silik bir yaratıktım işte.
"Ben seni gebertmeden önce beni gebert. Daha fazla beklemeyeceğim. Bir ayın var, en fazla bir ay! Ya beni öldüreceksin, ya da geberip organik bir atık olmama engel olmayı keseceksin!" Ben tükürürcesine bitirdiğim cümlemi onu gram acıtmayan yumruğumla süslerken, onun yalnızca sırıttığını gördüm.
Ağzını araladı.
"İşte şimdi eğlenceli olmaya başladı."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ölüm Kapanı (MarkHyuck) ✔
FanfictionMark öldürmek için yaratılmıştı. Donghyuck ölmek için Tanrısına yalvarıyordu. Yolları kesişti. Her şey değişti. "Ben ölüme aşıktım, ben göğe aşıktım. O öldürmeye aşıktı, o adalete aşıktı. Bir gece, kesiştik, tanıştık, yarımlaştık. Ben ona aşıktım, b...