Kelimelere sığınıyor, kağıtlara ağlıyorum.

366 45 9
                                    

Mark'ın bana almış olduğu kitaplardan birini okuyordum.

Ömrüm boyunca kelimelere sığınmıştım, kağıtlara ağlamıştım. Yine öyle bir günün içerisindeydim.

Öpüştüğümüz günün ardından, on sekiz gün geçmişti. Bu süre zarfında Mark, yalnızca 3 gün evde durmuştu.

Gittikten sonra dönüp, ilk kez eve geldiğinde, elinde birkaç poşet vardı. Saymaya üşendiğim sayıda kitap, bir bilgisayar, birkaç top da kağıt getirmişti.

İkinci sefer eve geldiğinde, öncekinde benden öğrendiği bilgilere dayanarak birkaç parça pijama, çamaşır, eşofman ve tişört getirmişti.

Üçüncü sefer eve geldiğinde, kan sızan bir yaranın acı verdiği belli olan elleriyle tuttuğu Lavinia buketi dışında hiçbir şey getirmemişti.

Ve yine yoktu işte. Bu seferki gidişi daha uzun sürmüştü.

Özlemiştim, itiraf etmem gerekirse.

"Lavinia çiçeğinin hikayesini öğren," demişti bana. "İngiliz ve Türk Edebiyatlarına konu olan bu çiçeğin hikayelerini oku."

"Bundan sonra sana ait olan çiçek bu," demişti ve eklemişti, "ama bekleme, kimse uğruna şiir yazacak kadar delirmeyecek senin için. Kimse, seni bir şiirin veya yazının sığınılan koynu yapmayacak. Sarılmak istenen bir baba, özlenen bir oğul olmayacaksın. Öldüğünde yalnızca ölmüş olacaksın, öylece yiteceksin. Kimse umursamayacak, kimse hatırlamayacak. Benim gibi, sen de öylece öleceksin, hiç var olmamış gibi kaybolacaksın."

Haklıydı.

Mark haklıydı.

Bense okumuştum.

Lavinia, İngiliz Edebiyatından Shakespeare'in Titus Andronicus tiratında, Roma İmparatoru Titus'un güzeller güzeli kızı idi; Tamora'nın iki oğlu tarafından tecavüze uğrayan, daha sonra ise babası Titus tarafından öldürülen ve dağın birine gömülen o güzeller güzeli kız...

Kızın gömüldüğü yerde büyüyen ve yaşarken 'hayalimdeki muhteşem sevgili' anlamına gelen o çiçek, öldüğünde ölüm çiçeği anlamına gelerek Lavinia isminin yeni sahibi olmuştu.

Aynı zamanda Lavinia, Türk Edebiyatının Özdemir Asaf'ının, sevdiği kadına yazdığı şiirde ona olan kırgınlığından ötürü adını vermeyeceğini söylediği kadındı. Kendisini sevmeyen kadına, ona yazdığı şiirde, naif bir şekilde gizlenerek, 'adını gizleyeceğim, sen de bilme Lavinia' demişti.

Lavinia'nın hikayesini okumuştum.

Hep mutsuzluğa, hem ölüme mi mahkumdu Lavinia? Yoksa gereksiz anlamlar yükleyerek, biz mi o çiçeği bu hale getirmiştik?

Mark'ı beklerken, düşüncelere dalarak bitiremediğim kitabın son sayfalarına odaklanmaya çabaladım.

'Ama tartınca, ölümün dinginliği yaşamın acı dolu çalkantılarına üstün geldi. Birtakım üçlükler yazdın, yaşamın gibi kısacık, yoğun. Bundan kimseye söz etmedin. Karın onları sen öldükten sonra çalışma masanın çekmecesinde buldu.*'

Kitap, son paragraflarında yazan bu metinlerin ardından verilmiş üçlüklerle biterken, kapatıp göğsüme bastırdım.

Gerçek bir hikaye oluşu, gerçek bir kitap oluşu beni derinden sarsarken, aşağıdan gelen sesle kitabı kibarca yatağıma bıraktım, doğruldum.

Odayı terk edip, eskimiş evin gıcırdayan merdivenlerini aşarak aşağıya indim.

Mark, ceketini çıkarıp koltuğa fırlatırken saçlarını karıştırdı.

"S*keyim."

Neler olduğunu sormak istedim, ama ağzımda hissettiğim acı tat ve midemdeki yanma, sanki birazdan duyacağım şeyler beni tüketecekmişçesine hissettiğim duygularla odanın kapısında sessizce dikildim.

Mark, koltuğa birkaç tekme savurdu, elleriyle yüzünü sıvazladı, saçlarını karıştırdı, yoldu. Birkaç adım attı, odayı arşınladı.

Beni fark etti, öylece durdu.

Gözleri kısılıp kapanırken, söyleyeceği şeyin benle ilgili olduğunu anlamıştım. Yine de sormadım, ne olduğunu sormadım.

Kendisi söylemeliydi, hazır hissettiğinde söylerse belki biraz daha rahat ederdi.

"Biliyor musun Haechan," ağzını aralayarak bana seslendi, "benim sana istediğim saniye bilgisayar alabilecek parayı nereden kazandığımı biliyor musun?"

Kafamı iki yana salladım.

"Benim ölü biri olduğumu biliyor musun?"

Kafamı yeniden iki yana salladım.

"Bu işi nasıl ve neden yaptığımı biliyor musun?"

Ve yeniden...

"Seni sokmadığım ama senin gizlice girdiğin o odada gördüğün lanet fotoğrafların kimlere ait olduğu biliyor musun?"

O sordukça kafamı iki yana salladım.

Bir döngüye girmişiz gibi...

"Benimle ilgili bildiğin bir şey var mı?" Yeniden sordu.

"İnsan öldüren biri oluşun dışında bir halt bilmiyorum. Sadede gel." Sabrım taşıyordu.

Zaten beni hala öldürmüyor oluşu beni geriyordu. Gerildikçe daha fazla düşündüğüm, beynimde dolaşan onlarca düşüncenin beni delirttiği, intiharımla düşüncelerimi durdurmak, çirkin bedenimi asmak, kötü ruhumu rayından çıkmış bir trenle benden uzaklaşırken yakalayıp mezara sokmak istediğim bir evredeydim.

Aptal sorulara ayıracak vaktim yoktu.

Netlik ve ölüm istiyordum.

"S*keyim. Taeyong'tan para alamıyorum artık."

Durdum, anlamadan baktım.

Anladığımda kalbim acıyacak mıydı?

Bilmek istemiyordum.

Duymak istemiyordum.

Yalan söylemiştim...

***

Édouard Levé, İntihar* adlı kitabından bir kesit.

Ölüm Kapanı (MarkHyuck) ✔Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin