Giriş

197 47 59
                                    

Parnethia Dağları'nın üst kısımlarına kurulmuş Octo şehrinin prensesi Octavia, dalgın gözlerle köprünün korkuluklarına yaslanmış, önüne serilen manzarayı izliyordu. Aniden, siyah sanılacak kadar koyu olan mavi gözlerinden aşağı, parlak bir gözyaşı süzüldü ve köprünün yıpranmış zemininde bir leke yarattı.

Parnethia'nın nefes kesici güzelliği karşısındayken kendine engel olamıyordu. Yine de hızlıca toparlandı ve hıncını çıkarırcasına botuyla gözyaşının yarattığı lekeyi eşeledi. Düşüncelerine bu kadar dalmışken kendini kontrol edememesini normal buldu. Ağlayacak kadar duygusallaştığını kabul etmek istemiyordu.

Derin bir nefes aldı ve esen rüzgara karşı ceketini ilikledi. Güneş batmaya başlamıştı ve hava karardığında dışarısı çok soğuk olacaktı. Burnunu çekerek arkasını döndü ve eski, ahşap köprüde yürümeye başladı. Her adım attığında gıcırdayan köprü, yıkılmak üzere olduğunun sinyallerini veriyordu. Octavia'nın normalde yaşadığı kaleden bu kadar uzaklaşmaması gerekiyordu ancak çevresinde insanlar varken rahat olamıyordu. Bir prenses olmasına rağmen sevildiği söylenemezdi ve nefret dolu bakışlar, onu her yerde takip ediyordu.

Kendini bildi bileli kaçmıştı. İnsanlardan, bulunduğu konumun getirdiği sorumluluklardan ve babasından...

Bugün de kaçıyordu.

Açıklayamadığı bir şekilde kendini hep dışarıda hissetmişti. O insan kümesinin içine karışmayı asla beceremiyordu. Tuhaf bulunuyordu. İnsanların, onunla birlikte olmak istemediğini hissedebiliyor ve o ortamdan sıyrılmanın yollarını arıyordu.

"Yapacak bir şey yok," diye mırıldandı, köprünün sonuna geldiğinde ve toprağa adımını attığında karşısına ilk çıkan çakıl taşına bir tekme savurdu. Çakıl taşı, köprüden sekerek uçurumdan aşağı düştüğünde Octavia, dalgınca gözlerini kırpıştırdı. Buradan düşmek çok acı verici olsa gerekti.

Eskiden, Octo'nun neden bu kadar yükseğe kurulduğunu anlamlandıramazdı ancak şimdi biliyordu. Babası ona anlatmak adına, zaten az miktarda olan yakıtı, onları yarı yolda bırakma ihtimali yüksek olan planöre doldurmuş ve Octavia'yı ufak bir yolculuğa çıkarmıştı. O zamanlar on iki yaşında olan Octavia, kısa yaşamında ilk kez gerçeklerle karşılaşmıştı.

Yaşadıkları dünyanın büyük bir kısmı zehirli gazlarla kaplıydı. Octavia, başta buna inanmamış ve gaz maskesini çıkarmak gibi bir hataya düştükten sonra ciğerlerine dolan zehirle kendinden geçmişti. Alelacele eve dönen babası Markus, Octavia kendine geldiğinde gülümsemiş ve "Babanın sözünü dinlememenin cezasını çektin," dedikten sonra anlatmıştı.

Büyük bir savaş olmuştu. Gazların dünyaya yayılmasından önceki zamana dair bildikleri tek şey buydu. Gazların kapladığı topraklarda daha eskiyi öğrenebilmelerini sağlayacak kalıntılar olabilirdi fakat gazların sardığı topraklara girmek mümkün değildi. Bu gazlardan kaçmanın iki yolu vardı: Gazların olmadığı topraklara gitmek ya da Parnethia Dağları gibi yüksek bölgelere kaçmak.

On iki şehir, dünyanın en yüksek dağlarına kurulmuştu ve sırayla adlandırılmışlardı; Unus, Duo, Tres, Quattuor, Quinque, Sex, Septem, Octo, Novem, Decem, Undecim, Duodecim...

Bir zamanlar bu on iki şehir, dünyayı yönetmişti. Aralarında düşmanlık ya da güç savaşı yoktu. Uyum içindelerdi. Olimpiyatlar düzenlenir, ortak projeler yürütülürdü. Bu on iki şehir refah içindeydi ve bu refahı da aşağıda yaşayanlar sağlardı.

Babası, bu kısmı anlatırken sessizleşmişti. Nahoş bir konu olduğu belliydi fakat en sonunda anlatmıştı.

Octavia'nın dedesinin dedesinin zamanında bir isyan çıkmıştı. Aşağıdakilerin, bulutlar arasında yaşayan insanlara isyanıydı bu. "Onları yargılamıyorum," demişti babası. "Hayatları zor olsa gerekti. On iki şehir ise... Musluklarını bile altınla kaplatacak kadar zengindi."

Ve sonrasında on iki şehir, teker teker düşmeye başlamışlardı. Önce insanlarının sanata düşkünlüğü ile bilinen Quinque düşmüştü ve devamı gelmişti. Artık bu on iki şehir arasında bir iletişim ağı yoktu lakin Kral Markus'un bildiği kadarıyla geriye sadece üç şehir kalmıştı: Unus, Duodecim ve Octo.

Prenses Octavia, Unus ve Duodecim'i daha önce hiç görmemişti ama onun için en güzel şehir Octo idi. Dürüst olması gerekirse Octavia, burada çok yalnız hissediyordu ve şehir, bakımsızlıktan az önce yürüdüğü köprü gibi dökülüyordu.

Yine de Parnethia Dağları'nın manzarası görülmeye değerdi. Dağların tepeleri, yazın bile erimeyen karlarla kaplıydı. Her daim insanı gıdıklayan bir rüzgar eserdi. Uçurumlardan düşmemek için dikkatli olmak, kalenin dışına çıkmamaya özen göstermek gerekirdi ancak asıl görülmesi gerekenler de kalenin dışındaydı. Octavia, kaleden çıkar ve yarım saatlik bir yürüyüşün ardından şehrin artık kullanılmayan kısımlarına gelirdi.

Binalar, bir zamanlar ne kadar görkemli olduklarını belli etseler de miadını doldurmuşlardı. Bir kısmı yanmış, bir kısmı çökmüş, bir kısmı ayakta olsa da kullanılamayacak kadar yıpranmıştı.

Octavia, sabah erkenden kale mutfağından kahvaltısını alır ve köprüyü geçerek eski kütüphaneye giderdi. Güneş, Octo'nun tepesine tırmanırken Octavia, sırtını şehre döner ve güneşin doğuşunu izlerdi. Ortalık yavaş yavaş aydınlanırken rüzgar, Octavia'nın kısa, koyu kahve saçlarını havalandırırdı ve genç kız o an gözlerini kapatır, yalnızlığın tadını çıkarırdı.

Bugün de öteki günlerden farksızdı lakin Octavia'nın içinde bir huzursuzluk vardı. Babası ona sık sık, "Biz eski bir dünyanın kalıntılarıyız," derdi ve genç kız, bu kalıntıların ne zaman silineceğini merak ediyordu. Rüyalarında sık sık bir yangının çıktığını ve bu yangının içinde yürüyen siluetler görüyordu. İçlerinden özellikle bir tanesi, Octavia'ya tanıdık geliyordu.

Kalenin kapılarına yaklaşırken sert bir rüzgar esti ve Octavia, aniden öne doğru savruldu. Düşünce denizine daldığı için normalde kolayca dengesini sağlayabilecekken ayakları birbirine dolanınca yüzüstü düşüvermişti.

Düşerken kapattığı gözlerini açtığında Partnethia'nın dik bir uçurumuyla göz göze geldi. Eğer biraz daha öne düşseydi, kendini havada bulması işten bile değildi. Korkuyla yutkundu ve yerde sürünerek geri geri gittikten sonra avuçlarından destek alarak ayağa kalktı.

"Dikkatli olmalıyım," diye mırıldandı ve arkasını dönüp kaleye yöneldi. "Yoksa sonu olmayan bir düşüş başlar."

Bulutlar ArasındaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin