Bölüm 11 - Octo

40 17 50
                                    

Zeplin ağır ağır ilerlerken Maksymilian, kamarasındaki ufak pencereden bulutları izliyordu. Ortalıkta dolaşmaması söylenmişti, bu yüzden çağırılmadığı sürece odasında kalıyordu. Zeplin yolculuğu, hayallerindekinden çok farklıydı.

Genç subay, içindeki hüznü, onu saran kasvetli havayı bir türlü yok edemiyordu ve bu yüzden kendini çok yorgun hissetmeye başlamıştı. Gözlerinin yaşlanmasına engel olamıyordu. Kendini derin bir çukurda gibi hissediyor, çıkış yolu bulamıyordu.

Yaşadıkları ona çok ağır geliyordu. Mezun olduğundan beri eve tıkılıydı. Şimdi de çocukluğundan beri hayalini kurduğu zeplindeydi ancak burada da ufacık kamarasına tıkılmıştı.

Kendini bir kukla gibi hissediyordu. Biri iplerinden tutuyor, oynatıyor ve Maksymilian, ona göre hareket ediyordu. Kendi isteklerinin, arzularının bir önemi yoktu. Fikirleri önemsenmiyordu ve kimse onu dinlemeye zahmet etmiyordu.

Cebinden Arwan'ın ona verdiği resmi çıkardı. Eski bir çizimdi, kağıdın yanları sararmıştı hatta. İç geçirerek Octavia isimli kıza baktı. Eğer resim gerçekleri yansıtıyorsa Maksymilian, kızın güzel olduğunu itiraf etmeliydi ancak onda biraz erkeksi bir hava da sezmemiş değildi. Kısa saçlı Octavia'nın üzerinde resimden çıkarabildiği kadarıyla erkeklerin giydiği türden bir gömlek ve yelek vardı.

Belki de Octo'daki moda böyledir, diye düşündü ve tekrar tekrar iç geçirdi. Şımarık bir prensesin peşinde koşmak için buraya gönderildiğine inanamıyordu. Kral Friedrich'in kafasında yine neler dönüyordu ancak tanrı bilebilirdi.

Odasının kapısı açıldığında Arwan'ın birliğinden Boris içeri girdi ve memnuniyetsizce kamarayı süzdükten sonra ekşi bir suratla Maksymilian'a baktı.

"Arwan seni istiyor. Beni takip et."

Maksymilian, başını salladı ve ceketini ilikleyip Boris'in arkasından yürümeye başladı.

Çelik duvarlardan oldukça sıcak bir hava yayılıyordu. Yatakların bulunduğu kısım bu kadar sıcak değildi ancak Maksymilian, koridorlarda yürürken yandığını hissetti. Ceketini çıkarmak, gömleğinin düğmelerini açmak istiyordu. Koridorlar bazen fazlasıyla daralıyor, genç adam Boris'in arkasına geçmek zorunda kalıyordu.

Açıklık alana çıktıklarında Maksymilian, soğutma sisteminin burada çalıştığını fark etti. Elbette, burası üst düzey askerlerin bulunduğu kısımdı ve burada hiçbir konfordan kaçılmamıştı. Kendisiyse en dibe bir yere sıkıştırılmıştı...

Yumruğunu sıktı. Wilhelm'e bunun yapılamayacağını biliyordu. Wilhelm, gerek Hofbauer kanı taşımamasından gerek bir piç olmasından dolayı taht üzerinde hiçbir hakka sahip değildi ancak ama insanlar onu takip ediyordu işte. Wilhelm de bundan güç alıyordu. İnsanlar ona saygı duymak zorundaydı. Wilhelm'e saygı duymak, Hildeswat'ta onu destekleyen ve azınlık olmayan bir kesime saygı duymak demekti zira.

Ve Maksymilian gücünü kimden alıyordu? Kral Friedrich'ten, haksız bir şekilde katledilmiş Prens Albricht'ten, zorla evlendirilene kadar gözlerden uzak yaşayan düşmüş bir prenses olan Fransizka Valerie'den...

Tüm bunlar, Maksymilian'ı tanımayan insanların gözünde muhtemelen şöyle bir profil yaratıyordu: kendini beğenmiş, şımarık, Hildeswatlılardan habersiz... Hem Dampfburg'un dışında yaşıyordu hem de eğitimini uzakta almıştı. Soyluların gittiği okullara gitmemişti, sıradan insanlarla da kaynaşmamıştı. Neredeyse herkes ona yabancıydı.

Hal böyle olunca Kral Friedrich etrafta olmadığı sürece, insanlar ona saygı duymaya gerek duymuyordu. Maksymilian'ın o saygıyı tırnaklarıyla kazıyarak elde etmesi lazımdı ve onu bu göreve de bu yüzden getirmişlerdi. Ordu mensupları, desteklemeye değer olup olmadığını ölçeceklerdi.

Bulutlar ArasındaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin